fdd5ba47af6967e6927241b12c517179-mustafa-asulaLibya’da, başta Devrim’in lideri Albay KADDAFİ olmak üzere,  bu düzenin sahipleriyle (1978-85 sonu)  yedi buçuk yıl süreyle iç içe yaşamış ve görev yapmış bir kimse olmaklığıma rağmen, bu karmaşa ortamında bir kehanette bulunmayı yine de doğru bulmam. Buna karşın, şu kadarını söyleyebilirim ki, Libya bir yere gitmiyor, yerinde duruyor. Zira, mevcut Libya’dan farklı bir şey düşünebilmek için, herşeyden evvel bu ülkenin halkını, halkın 42 yıllık ( apolitik ) alışkanlıklarını, eğitim ve yaşam biçimini değiştirmek gerekiyor. Bu yapılamayacağına göre, bildiğimiz Libya’da bugünden yarına çok önemli bir değişiklik olmayacaktır.

Libya hakkında bir politika belirlerken, öncelikle bu ülkenin 42 yıllık liderini, Albay Muammer KADDAFİ’yi iyi tanımak gerekir. Albay Kaddafi’yi,  bir bakıma Batı basınının sunduğu kolaycılık adına, daha çok mizah ve karikatür optiğinden görmek ve değerlendirmek son derece yanlıştır. Karikatürlere konu edilen davranışlar aslında  daha çok tanıtım ve halkla ilişkiler amaçlı, bilinçli olarak sergilenmekte olup, bahse konu Zatın bu derece naïf olabileceğine karine teşkil etmez. O kadar ki, 1 Eylul 1969 tarihinde zamanın Kralı İDRİS’i ‘Hür Subaylar’ olarak adlandırılan arkadaşlarıyle birlikte deviren ve halk devrimini ilan eden o zamanki üstteğmen M. Kaddafi, yöntemi hep tartışılsa bile, 42 yıl iktidarda kalabilmeyi başardığına, halkını ve ülkesini çok iyi tanıdığına ve  çalkantılı sularda siyaseti yönlendirmesini bildiğine göre, bu onu başarısına sayılmayacak mı?

Gündelik rutin iş ve hizmetleri halk komitelerine bırakan, buna mukabil, siyasetin özünü başkanlık ettiği Devrim Komuta Konseyinin sorumluluğunda tutan Albay Kaddafi filhakika siyasetle, özgürlüklerle ilgilenmeyen ve ‘Allah galib’ demekle yetinen halkı bu egzersizin dışında tutmuştur. Ancak bir yandan da halkın Devrim’i ve onun, kendi kaleme aldığı manifestosu olan, Yeşil Kitabı ve ilkelerini benimsemesi için, maddi refahını ve ihtiyacı olan temel hizmetleri de göz ardı etmemiştir.  90 lı yılların ortalarından itibaren yaklaşık on sene kadar sürdürülen ağır ambargo koşulları hariç, genellikle 5-6 milyonluk nüfusuna göre fazla bile gelen petrol gelirlerini Albay Kaddafi, en küçük mezraya kadar okul, yol, hastane  ve hatta tarım alanları açmak, işi olmayanlara geçinecek kadar maaş bağlamak, üniversite öğrencilerine cep harçlığı sağlamak gibi hizmetlere ayırmıştır. Çölde bedevi hayatı yaşayan bir kısım kimseleri Trablus’ta inşa ettirdiği blok apartmanların 250 metrekarelik parke dairelerine yerleştiren  Lider, Devrim’in hergün bir yenisini icat ettiği sloganlarla halk kitlelerini, sözde milli davaların etrafında,  birlik ve beraberlik halinde uyanık tutmaya çalışmıştır. Esasen Yönetimde resmi hiyerarşik hiç bir görevi kabul etmeyen Lider, kendisini, içinde genç silahlı kuvvetler mensuplariyle, üniversite camiasından ve dava uğruna hertürlü mücadeleyi göze alacak unsurlardan kurulu ve yurt sathına yaygın Devrim Komitelerinin yönetiminden sorumlu görmüştür. Albay rütbesini benimseyen Lider, gündelik yaşamında çadır düzenini muhafa  etmiş ve ordudan aldığı albay maaşiyle geçinmeye bakmıştır.

Adeta siyasi surlarla çevrili ve yıllarca kapalı Libya toplumu aniden nasıl bugünkü patlama noktasına geldi?

Her zaman örnek alınan ve bu yönüyle hayranlıkla izlenen Mısır’dan esen rüzgarlar yanında, komşu Tunus’tan da  bazı cereyanlar Libya semalarında dolaşmaya başladı ise de, esasen epeyce uzunca bir süreden beri Libya toplumunun adeta kimyasını değiştirecek nitelikte açılımlara şahit olduk. Başta, yabancıların ülkeye giriş ve ikametleri olmak üzere, turizmde ve yatırımlarda Libya açısından liberalizasyon sayılacak ölçülerde esneklikler getirildi, dış temaslar artırıldı, Lider Albay Kaddafi’nin Avrupa Birliğinde artan ölçüde kabul görmesi olanakları hazırlandı. Bütün bu gelişmeler son dört beş sene içinde Libyayı kökten değiştirdi ve tanınmaz hale getirdi. Tıpkı vaktiyle, bir tersane işçisi olan Lech WALESA’nın Polonyada yaptığı gibi, tabulara peyderpey el atıldı ve sonunda halk bir bakıma göreceli maddi refahın kalıcı ve sürdürülebilir olması için, bunun özgürlüklerle de takviye ve tarsin edilmesi gereğini idrak etti ve ötedenberi yer yer kıpırdanmaların cereyan ettiği Bingazi ve havalisinde ateşi başlattı.

Libya’da tek adam idaresi geçerli olduğundan ötürü, kurumlar ve bu kurumların işleyişini tanzim eden kurallar  gelişmemiştir. Buna, Libya silahlı kuvvetleri de dahildir. Başlıca bu yüzden, Doğu’daki hareket karşısında Trablus’ta zamanlıca önlem alınamamış ve karmaşa ve başıbozuk ortam giderek kontrol edilemez hale gelmiştir. Albay Kaddafi buna alışkın ve fikren hazırlıklı olmadığından,  tepkileri de olabildiğince sert olmuştur. Ancak kabul etmek gerekir ki, Liderin emir ve komutasındaki  özel güçler bütünüyle henüz devreye sokulmamıştır. Bir iç harbi tetiklemek gibi bir sorumsuzluk henüz ortaya konmamıştır.

Doğu’daki hareket de düzensiz ve organizasyondan yoksundur. Ele geçirilen silahlara rağmen, gerekli eğitim ve disiplin mevcut olmadığından, arzu edilen sonuca ulaşılması kolay olmayabilir. Köpüren bir öfkeyi dindirmek için, medyaya yansıdığı şekliyle, Trablus da,  halk yararına bazı önlemler aldığını açıklamaya devam ediyor.

Batı ve Amerika da, gidişatı bu açıdan izlemeyi tercih ediyor. Öncelikle Amerikanın ve AB’nin Libya’da önemli çıkarları mevcuttur, bunları korumak esastır. Bu yüzden Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinden de, cılız bir kınama dışında, henüz önemli ve Libyaya yaptırım uygulayacak nitelikte bir karar çıkmadı.

Güvenlik Konseyi kararları çerçevesinde NATO’nun özellikle Afganistanda yaşamakta olduğu zorluklar ve ilgili Hükumetlerin ve kamu oylarının isteksizlikleri ortada iken, Batı’nın Libya’da yeni bir maceraya atılması kolay beklenmeyebilir. Batı  da biliyor ki, Libya koşullarında ülkede karmaşa bir süre daha devam edecek, ancak sonunda, biraz farklı bir Libya ile, taşlar tekrar yerine oturacaktır. Bu temel düşüncenin en bariz örneğini, Liderin yakın dostu, İtalya Başbakanı BERLUSKONİ vermektedir.

Libya Lideri M. Kaddafi’nin, geçen zaman içinde, ihtilalcilik adına, bizi rahatsız eden davranışları olmamıştır denemez. Bunlar rahmetli Turgut ÖZAL zamanında daha da belirgindi. Ancak merhum ÖZAL, Libya ile, Kaddafi ile siyaset yapmaya gerek olmadığını, buna karşın, Libyanın mal ve hizmet alımları için ortaya koyduğu cazip pastadan olabildiğince daha büyük bir pay elde etmemizin tercih edilmesi gerektiğini söyler ve savunurdu. Netekin öyle de oldu; 1980 li yılların başlarında Libya’da bulunan 150 kadar firma ve 150 bin çalışanımızın uhdesindeki  proje ve yatırım tutarı 9 milyar doların üstünde idi.

Bugün de Libya’da 25-30 bin çalışan ve 200 kadar firma ile 15 milyar dolarlık işi elde tutuyoruz.  Yurtdışı Türk müteahhitliğinin ilk öğretici deneyimlerini edindiği Libya’da bu son derece önemli bir aşama sayılmalıdır.

Savaş halinin sürdüğü bir oratmda şantiyelerimize vaki saldırılar ve yağmalama olayları karşısında, emniyet için, vatandaşlarımızı tahliye etmemiz ve bunda aşikar başarılı olmamız elbette takdire şayandır. Ancak Türke ve Türklüğe karşı bir cereyanın olmadığını da unutmamalıyız. Yani bugün ayrılan vatandaşlarımız ve işverenlerimiz yarın yekrar işlerine döneceklerdir. Orada herbiri birikmiş alacaklarla, transfer edilecek tasarruflar bıraktılar, işverenlerimiz milyonlarca dolarlarla ifade edilen büyük ve modern makina parklarını bıraktılar. Dolayısiyle tahliyeyi de biraz abartmak suretiyle Libya’yı da iyice boşaltmayalım. ( Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. )
fdd5ba47af6967e6927241b12c517179-mustafa-asulaLibyadaki ateşi dışarıdan kimsenin söndürmeye ciddi niyetli olmadığı anlaşılıyor;  Avrupa Birliği ile birlikte, buna Amerika Birleşik Devletlerinin de dahil olduğunu görüyoruz.

Amerika sıcak kestanelerle elini yakmak yerine, bunları maşa ile almayı ötedenberi tercih etmiştir. Bunda biraz da, Amerikada üniversitelerde okutulan ve yöneticilerce benimsenen uluslararası ilişkiler dinamiğinin etkisini görmek mümkündür.  Örneğin Amerika, birinci Körfez savaşından önceleri ve sonraları Irak’ta Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesini Irak halkına bırakmıştı. Rejimin kötü ve baskıcı icraatı, demokratik yollarla sonunda yöneticilerin kendiliğinden uzaklaştırılmasiyle sonuçlanacaktı.  Ancak Amerika Orta Doğu’daki halk psikolojisini ve siyasi parametreleri iyi bilmediği için, devrilmesi beklenen liderlerin yine ayni halk tarafından omuzlara alındığını çoğu kere hayretle izlemiştir.

Hernekadar Başkan OBAMA aleni beyanlarında ‘ Kaddafi için artık gitme zamanı gelmiştir’ diyorsa ve filodan bazı savaş gemilerini Libya sahillerine doğru yönlendiriyorsa da, aslında Irak ve Afganistandan sonra, bir de Libya’da yeni bir serüvene başlamak istememektedir. Esasen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinden çıkarılabilen cılız yaptırım kararı da bu temayülü teyid ediyor. Amerika, Libya’daki muhaliflere anlaşılan hala fazla güvenmeye devam ediyor.

Avrupa Birliğinden İngiltere, Fransa, Almanya ve özellikle İtalyanın ayrı ayrı Libya ile  gözden çıkarılmayacak ölçüde önemli ticari ve iktisadi ilişkileri vardır.  Bölgede dördüncü  ve çok makbul kalitede petrol üreten Libya, herşeyden önce, bahse konu ülkeler için vazgeçilmez ikmal ( supplier ) ülkesidir.  Dolayısiyle, Avrupa Birliği de Libya’da düzenin bir an evvel yerine oturmasını ve işbirliğine devamı ( business as usual ) beklemektedir.

Amerikanın ve Avrupanın deruni düşüncelerini  ötedenberi keşfetmesini iyi bilen ve fiiliyatta sadece Avrupa ile değil, fakat sokaktaki nümayişlerde usulen atılan sloganlara rağmen, bizzat Amerika ile de iyi geçinmenin yollarını hep araştırmış olan  Lider  Kaddafi, görüldüğü kadariyle, savaşta kademeli bir taktik uygulamıştır; önceleri savunmada kalan Lider, bir süre muhaliflerin kapasitesi, kimlikleri ve bağlantıları belli olsun diye bekledikten sonra, şimdilerde  taarruza geçmiş bulunuyor. Albay Kaddafi, kendi tarifine göre, teröristlerin başlattığı isyan ve ayaklanmayı tenkil  ve bu yönüyle de doğal ve  meşru bir zeminde hareket ediyor.

Bütün bu olup bitenlere bakıldığında ‘ tarihin bir tekerrürden ibaret olduğu ‘ gerçeği bir kere daha su yüzüne çıkmış oluyor; tıpkı vaktiyle Bosna Hersek’te müslüman Boşnakların üç seneyi aşkın bir süre Sırp ve Hırvatların görülmemiş saldırılarına maruz kalmaları ve bu hazin katliam tablosu karşısında Avrupa Birliği üyesi ülkelerin tereddüd ve bocalama içinde hiç bir şey yapamamaları, sonunda Amerikanın kapısını çalarak, tam yetkiyi bu ülkeye vermek suretiyle işin içinden sıyrılmaları gibi. Anlaşılan Albay Kaddafi tarihin bu sahifelerine de aşina.( Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. )

fdd5ba47af6967e6927241b12c517179-mustafa-asulaHalk arasında atasözü niteliğinde bir deyim vardır; ‘ bir ağaç devrilmeye görsün, baltası olan da seğirtir, olmayan da’.

Bugün, çalkantıların devam ettiği, Albay Muammer Gaddafi liderliğindeki Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi’ne dışarıdan yaklaşım bunu andırıyor.

Salt özgürlükler şampiyonluğu adına, Bingazi ve yöresindeki muhalifleri resmen tanımaya kadar giden Fransa yanında, ona yakın, askeri önlemleri gündeme taşımak isteyen İngiltere ile birlikte, Avrupa Birliğinin bir kısım üyeleri ve Amerika Birleşik Devletleri, adeta fırsat bu fırsattır deyip, ülkede yeni bir düzenin, adeta alt yapısını oluşturmaya çalışıyorlar. Bu ülkelerin önlerindeki Tunus ve Mısır misalleri, anlaşılan kendilerini fazlasiyle cesaretlendirmişe benziyor. Halbuki Libya çok farklı bir ( case ) dir. Libyada geniş halk kesimi, iktisadın kurallarına pek uymasa da, petrol gelirlerinden kendilerine maddi refah ve hemen hertürlü hizmeti sağlayan yönetimden ilke itibariyle memnundur. Yaklaşık 42 yılı bu şekilde geçiren halkın, yer yer özgürlük bayrakları açmalarını hazırlayan nisbi serbesti havasını teneffüs etmeye başlaması çok yenidir.

Bu koşullarda Fransanın yangına körükle giderek, bu ortamı aceleyle değerlendirmek istemesi ise, ne Büyüklere has olduğu zannedilen ihtiyatla ve ne de Fransayı karakterize eden (Cartesien) düşünce yapısıyla izah edilebilir. Fransa bugünlerde neredeyse 1789 ların ( Bastille ) özlemi içinde. Halbuki ayni Fransa, 1950 lerin sonu ve 60 ların başlarında, bir milyon cana mal olan Cezayir’de farklı davranmıştı; ta ki General de Gaulle kontrolü ele alıp, ‘ ya ben, ya da Cezayir’ deyinceye kadar. Şimdilerde nerede kaldı Fransanın ötedenberi öncülük ettiği uluslararası ilişkilerin, Devletlerin egemen eşitliği ve iç işlere müdahele edilmemesi gibi temel kuralları?

Albay Gaddafi’nin geçenlerde Trablus’taki TRT muhabirine verdiği mülakattan anlaşılacağı üzere Lider, muhaliflerin tanınması bir yana, olaylar üzerine ülkedeki çalışanlarımızın tahliye edilmiş olmalarını bile içine sindirememişe benziyor. ‘Keşke Libyayı boşaltmasaydınız’ diyor. Biz tahliyeyi güvenlik mülahazalariyle yaptığımız halde, Albay Gaddafi bu hareketi kendisine ve yönetimine karşı bir güvensizlik olarak algılamış oluyor. Şimdi Dışişleri Bakanımız Libya’da her iki tarafla da görüşüyoruz diyor. Bu bir başarı ve ustalık: ancak ne sonuç alındığı önemli. Dışişlerine benzeri hallerde ateş söndürücü ‘ itfaiyecilik ‘ misyonu izafe eden Bakanımız acaba bu temaslarında halen kendisini ne kadar mücehhez hissedebiliyor? Libyada kalan şantiyeler, içi dolu anbarlar ve istihkakı tahsil edilemeyen ikmal edilmiş işler, içinde insan unsuru olmadıkça, görüşmeciye ne kadar güç sağlar?, fazla değil.

Libya ile ötedenberi tarih, kültür ve sıkı işbirliği ilişkileri sürdüren ve bu nitelikleriyle ülkede özel bir yeri olan Türkiyenin kanımca yapacağı birincil iş, üyesi olduğu Birleşmiş Milletler ve NATO gibi uluslararası kuruluşlarla, Amerika ve Batılı müttefikleri nezdinde ağırlığını koyarak, herşeyden evvel ülkede büyük ölçüde can kaybına yol açacak nitelikteki düşünce ve eylemlerden ilgilileri caydırması ve bu meyanda, Libyanın ihtiyacı varsa, bölgeye uluslararası insani yardımların kanalize edilmesine, müsait konumundan yararlanmak suretiyle, yardımcı olmasıdır. Rejimlerden bağımsız olarak, Türkiyeye içtenlikle bağlı Libya halkı Türkiyeden bunu bekler. ( Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. )

Tunus’ta başlayan ve Mısır başta olmak üzere tüm Ortadoğu ülkelerini etkisi altına alan değişim rüzgârı bölge ile ilgili siyasi aktörleri ve yazarları şaşkınlığa uğratmış gözüküyor. Olayların birkaç hafta gibi kısa bir süre içerisinde bütün bölgeyi etkisi altına alması çoğu yorumcu tarafından sürpriz bir durum olarak değerlendiriliyor ve bölgenin geleceği ile öngörüde bulunmanın imkânsızlığından söz ediliyor. Oysa asıl şaşırtıcı olan bölgedeki otoriter yönetimlerin nasıl olup da 21. yüzyıla dek varlıklarını koruyabildikleri idi.

Bilindiği üzere SSCB’nin ortadan kalkmasının temel nedenlerinden biri Batı ile sürdürdüğü silahlanma yarışını kaybetmesi ise, diğer bir nedeni batılı ülkelerdeki refah düzeyinin Sovyet ülkelerinin kat be kat üstüne çıkması ve rejimin halklar nezdinde meşruiyetini kaybetmesi sonucu toplumsal patlama olasılığının ufukta gözükmesiydi. Esasen SSCB’nin refah düzeyi Birliğin kuruluşundan beri oldukça geri durumdaydı ve bu durumdan kaynaklanan meşruiyet sorununu Doğu Bloğu ülkeleri özgürlükleri kısıtlayarak aşmaya çalışmaktaydılar. Ancak 1980’li yıllarda ivme kazanan küreselleşme dalgası, yani iş gücü, finans ve enformasyon akışının gittikçe daha az kontrol edilebilir hale gelmesi sonucu halklar arası etkileşim artmaya başlamıştı. Bunun sosyal patlamalara gebe bir ortam oluşturduğunu gören SSCB’li (daha ziyade Rus) yöneticiler olayları kontrol edilemez bir noktaya gelmeden önce müdahaleye karar vermiş ve küçülerek korunma ve güçlenme stratejisi izleyerek birliği dağıtmıştır.

Ortadoğu’ya baktığımızda ise yoksulluk, otoriter yönetimlerin baskısı ve özgürlüklerin kısıtlanması sorunları bu bölge için de geçerliydi. Nitekim Mısır’daki ayaklanmanın temel sloganı olan “ekmek, özgürlük ve adalet” talepleri bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. İslamcı ve Arap milliyetçisi ideolojiler ise Ortadoğu’nun yakın tarihi boyunca bu üç talebin yerine getirilmesi noktasında umut vaat ettikleri için kabul görmüş ve güçlenmişlerdi. Öte yandan Ortadoğu’daki mevcut otoriter rejimler iki kutuplu sistemin hâkim olduğu bir ortamda doğmuştu. Doğu Bloğu için geçerli olan sorunlar Ortadoğu ülkeleri için de geçerliydi ama batılı ülkeler bölgede kendi çıkarlarını koruma amacıyla Ortadoğu’daki rejimlerin Soğuk Savaş’ı izleyen dönemde de yaşamalarını sağlamışlardı. Çünkü görülecek geniş çaplı rejim değişiklikleri bölgede yeni güç merkezlerinin, örneğin Arap Ülkeleri arasında bir birlik oluşumunun ortaya çıkmasına, Batı’nın bölgedeki etkisini kaybetmesine ve belki de hepsinden önemlisi İsrail’in beka sorunu ile karşı karşıya kalmasına neden olabilirdi.

Peki, ne oldu da 2000’li yıllardan itibaren Batı artık bölgede demokrasi istemeye başladı. Büyük Ortadoğu Projesi’nin amacı neydi? Aslında bu soruların son derece kolay tahmin edilebilir bir cevabı var: Üsame bin Ladin’lerin ve intihar bombacılarının sayısının kontrol edilemez bir düzeye gelmesini engelleme amacı. Ölümü hiçe sayanların çoğaldığı bir coğrafyada Batılı ülkelerin çıkarlarını polis devleti ve devlet dehşeti ile sürdürmek artık mümkün olamazdı. Yoksul kitleler internet ve uydu yayınları aracılığıyla dünyanın diğer ülkelerindeki refah düzeyini izleme imkânına kavuşmuşlardı. Üstelik 1990’lı yıllarda tek süper güç olarak yalnız kalan ABD 2000’li yıllara gelindiğinde görece güç kaybına uğramış; Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya, Türkiye ve İran gibi yeni aktörler Batı’nın uluslararası alandaki etkinliğini sınırlandırmaya, tek başına davranışlarını kısmen de olsa engellemeye başlamışlardı. Son dönemde varlıklarını hissettirmeye başlayan bu yeni güçler kronik sorunlarla dolu Ortadoğu’ya daha rahat müdahale edebilirler ve batılı ülkelerin çıkarlarını sadece Ortadoğu’da değil tüm dünyada zora sokabilirlerdi. Özellikle Çin, Hindistan ve Rusya’nın bir blok halinde Batı karşıtı bir kamp oluşturmaları olasılığı Batı dünyasında Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerin bir an önce daha sağlıklı ve sürdürülebilir bir zemin üzerine yeniden inşa edilmesi gerektiğini düşündürmeye başladı. Bunun tek yolu ise halklar nezdinde meşruiyet sahibi olan yönetimlerin ortaya çıkmasını sağlamak ve bu yeni yönetimler ile yeni ilişkiler ağı oluşturmaktı. Ve bu hedef yükselen yeni güçlerin Ortadoğu’ya daha etkin bir biçimde müdahil olma gücüne sahip olmalarından önce gerçekleştirilmeliydi. İşte bu ve benzeri nedenlerden dolayı Batı 2000’li yıllardan itibaren Ortadoğu ülkeleri için demokrasi istemeye başladı.

Ne var ki, Batı’dan gelen bu tür mesajlar, uzun yıllardır sırtlarını Batı’ya yaslayarak varlıklarını sürdürmekte olan rejimler tarafından tam olarak okunamadı. Mesaj doğru okunsa bile mevcut sosyal ve siyasi yapılar mesajın gereğinin yerine getirilmesinin önünde büyük engel teşkil etmekteydi. Sonuçta dış politikada, eğitimde, ekonomide, siyasi yapıda, sosyal, dini ve kültürel alanlarda ve medyada fosilleşen politikalar göstericilerin hayat dolu “ekmek, özgürlük ve adalet”  sloganları ile karşılaşınca yıllardır biriken toplumsal gerilim 2011 yılı başında, Batılı ülkelerin aktif ya da pasif müdahalelerinin de etkisiyle, patlamış oldu. Bu noktada en büyük payın Internet ve uydu yayıncılığına ait olduğunu belirtmeliyiz.

Tunus ve Mısır’da Yaşananlara Devrim Denilebilir Mi?
Bilindiği üzere devrimler bir süreci işaret eder; toplumsal krizler, halk hareketleri ve ayaklanmalar ise bu sürecin sadece bir parçasıdır. Bu açıdan bakıldığında son dönemde Ortadoğu’da görülen ayaklanmalar da ancak uzun erimli bir devrimin anlık parçalarıdır.

Tarih boyunca toplumlar ekmek, huzur/özgürlük/güven ve adalet aramışlardır. Bir liderin, bir rejimin meşruiyet kazanması, yani sürdürülebilir hale gelmesi bu taleplerin karşılanmasına matuf olmuştur. Din, kabile ya da aşiret bağları ve diğer kimliklerin hemen hepsi bu talepler arasında bir denge kurma arayışıdır.
Ortadoğu’daki son hareketlilik ile ilgili yorum ve makalelere baktığımızda, Mısır ve Tunus’ta yaşananların birer devrim olup olmadıkları tartışılıyor ve 1789 Fransız Devrimi başta olmak üzere tarih boyunca yaşanan rejim değişiklikleri ile karşılaştırmalar yapılıyor. Fransız Devrimi’nin müjdecisi olan Rönesans ve Reform hareketlerinin Ortadoğu ülkeleri için söz konusu olamayacağı ileri sürülüyor. Bu tür yaklaşımların ne kadar sığ olduğunu söylemeye bile gerek yok. Acaba Bastille Hapishanesini basan kalabalıktakilerin kaçta kaçı Rönesans’tan haberdardı? Giyotin altında can veren, ya da yeni rejim/ler adına bu kişileri doğrayanların ne kadarı Reform’un anlamını kavrayabilmişti?

Bu açıdan bakıldığında, Mısır başta olmak üzere, Ortadoğu halkları da bir medeniyet birikimin temsilcileridirler ve mevcut küresel medeniyet birikiminden az ya da çok elbette ki, haberdardırlar. Devrimi belirli entelektüel ve ideolojik birikim(ler)in kitleler düzeyinde yaygınlık kazanması sonucunda gerçekleşen rejim değişiklikleri olarak tanımlayabiliriz.  Tüm ideolojiler insanlık için daha yaşanılabilir ve daha müreffeh dünyanın sihirli anahtarlarının kendi ellerinde olduğunu iddia etmektedirler. Ama devrimin sadece, Avrupa’ya özgü modernist düşüncenin hayata geçirilmesine dönük büyük ayaklanmaların amacına ulaşması olarak tanımlamak, Batı merkezli bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım içinde bölge halklarına tepeden bakan, hatta sahip oldukları kimlik ve kültür unsurları nedeniyle “gerçeği” anlama kapasitesine sahip olmadıklarını ileri sürerek onlara hakaret eden izler taşımaktadır.

SSCB’nin dağılması bir devrim ya da karşı devrim ise, Tunus’ta, Mısır’da başlayıp tüm Ortadoğu ülkelerine yayılan ayaklanma hareketi de pek ala bir devrim sayılmalıdır. Her şeyden önce, bölge halkları on yıllardır koltuklarına yapışmış liderlerin bir halk hareketiyle düşürülebilir olduklarını öğrenmişlerdir. Bu durum, adına ister devrim deyin ister ayaklanma deyin, bölge siyasi zihniyetinin temelden değiştiğini göstermektedir.
Bu arada Mısır’da yaşanan hareketliliklerin özgün yönlerini de vurgulamakta yarar var. Latin Amerika’da, Orta ve Güney Afrika’da ya da İran Devrimi’nde görülen halk hareketleri ile karşılaştırıldığında Mısır’da milyonların vakur gösterileri, dengeli ve aşırılıktan uzak tepkileri, yağma ve talana izin vermemeleri, can kayıplarının büyük ölçüde polisin ya da istihbarat mensuplarının müdahaleleri sonucunda gerçekleşmesi, askere karşı takınılan olumlu tavır not edilmelidir. Özellikle askere karşı takınılan olumlu tavrın bir nedeni Mısır’da askerin öteden beri uyguladığı politikalar ise, diğer bir nedeni polise ek olarak orduya da cephe alınması sonucu ortaya çıkabilecek kaos ortamının göstericiler nezdinde ve diğer ilgili taraflarca hiç de istenilen bir durum olmamasıdır.

Türkiye Örnek Mi Değil Mi?
Türkiye demokrasi ve insan hakları açısından bakıldığında batılı ülkelere göre oldukça geri durumdadır. Buna rağmen, Ortadoğu ülkeleri ile karşılaştırıldığında ise karşılaştırma bile yapılamayacak kadar iyi bir durumdadır. Bir ülkenin diğerini örnek alması o ülke halkının ve yöneticilerinin kendilerinin bileceği bir iştir. Ama küreselleşme çağında tüm ülkeler birbirlerini etkilemektedir. Bizzat Türkiye, bu anlamda batılı ülkelerden etkilenmiştir. Peki, batılı ülkeler dururken Ortadoğu ülkeleri niçin Türkiye’yi örnek alsın? Çünkü Türkiye bir Avrupa ülkesi olduğu kadar, bir Ortadoğu ülkesidir de. Ortadoğu ülkelerinin özgün koşullarının pek çoğu Türk demokrasinin biçimlenmesinde etkili olmuştur. Eğer Türkiye deneyiminin kısmen de olsa başarılı olduğu kabul ediliyorsa, Türkiye’nin bu ülkeler için doğal bir örnek ve öncü olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Nitekim Türkiye’nin deneyimlerinin Ortadoğu da geniş halk kitleleri üzerinde ilgi uyandırdığını ve derin izler bıraktığını söylemeye gerek bile yoktur. Bu açıdan bakıldığında, bölgede görülen son gelişmelerin Türkiye ile bölge arasındaki etkileşimin had safhaya çıkarması beklenilmelidir.

Batı medyasında Türkiye’nin Mısır için örnek olduğu yönündeki yoğun vurgunun ise bir yönü daha bulunmaktadır: 1979 İran Devrimi’nin ardından bu ülkede ortaya çıkan çalkantıların ve yeni rejim tipinin, ya da Lübnan’da Hizbullah benzeri bir yönetim anlayışının Mısır’da tekrar etmesini engelleme amacı. Sünni kültürün hâkim olduğu ülkelerde din adamlarının yönetimi ele geçireceği yönündeki endişeler ontolojik ve epistemolojik nedenlerden dolayı tamamen yersizdir. Böyle bir durum Şiilerin çoğunlukta olduğu ülkeler için söz konusu olabilir. Katolik kilisesi için geçerli olan yargılar teolojik bakımdan siyasi yetkilere donatılmış bir din adamları sınıfına sahip olmayan Sünni dünya için ancak bir sapma ve geçici bir durum olarak ortaya çıkabilir. Nitekim tarih boyunca Sünni dünyada din adamlarının iktidar olması sadece istisnai ve geçici bir durum olmuştur.

Beklentiler
Tunus ve Mısır’da başlayan ve tüm Ortadoğu ülkelerine yayılan halk hareketleri bölge için yeni bir dönemin başladığını kesin olarak işaretlemektedir. Bu yeni dönemde artık halkların iradeleri göz ardı edilemeyecektir. Demokratik talepler tüm Arap dünyası boyunca dalgalar halinde yayılacak ve gittikçe daha da artacaktır. Bölge ülkeleri arasındaki etkileşim artacaktır. Sadece ekmek, özgürlük ve adalet taleplerini yerine getirme noktasında halkın taleplerine kulak veren yönetimler iş başında kalabilecektir. Dış güçlere sırtını dayayarak, içerdeki demokratik unsurları dışarıya karşı umacı gösterip kendini vazgeçilmez addeden, içerde ise polis devleti aracılığıyla demokratik güçlerin gelişmesini engelleyen yönetimlerin bundan böyle iş başında kalmaları imkânı artık kalmamıştır. Son altmış yıla bakıldığında bu durum, adına devrim densin ya da denmesin, bölge için çok ciddi bir dönüşüm anlamına gelmektedir.

Küresel ve bölgesel güçler bölge ile ilgili politikalarını belirlerken sadece yönetimleri değil bölge halklarının taleplerini de göz önünde bulunduracaklardır. İsrail bölgedeki devlet terörü ve dehşet dengesine dayalı etkinliğini kaybedecek, bölge ülkeleri ile uyumlu ve bütünleşik politikalar üretebildiği ölçüde beka sorununu çözümleyebilecektir. Ama eğer İsrail uluslararası hukuk ve asgari insani kriterler bakımından zalim bir devlet imajı görünümünü korumaya devam ederse kitleler yönetimleri İsrail karşıtı politikalar izlemeye zorlayacaktır.

Aslında, geleneksel olarak Ortadoğu’da nitelikli bir Yahudi düşmanlığından söz etmek mümkün değildir. Son dönemde İsrail’e karşı duyulan öfkenin nedeni dini ve ideolojik değil, sadece bu ülkenin 1948 yılından itibaren bölgede uyguladığı politikaların ortaya çıkardığı adaletsizlik imajıdır. Dolayısıyla bölge halkı nezdindeki İsrail karşıtı havanın yumuşaması İsrail’in 20. yüzyıl boyunca bölgede uyguladığı politikaların meşru kabul edilebilir bir çizgiye çekilmesine ve hataların telafi edilmesine bağlıdır. Aksi halde, İsrail’e karşı duyulan öfke katlanarak devam edecek, bu da İsrail’i bölgede şimdiye kadar görülmemiş biçimde zor durumda bırakabilecektir.

Bölgedeki Batı düşmanlığının temel nedeni 19. ve 20. yüzyıllarda uygulanan sömürgeci politikalardır. İsrail’e verilen kayıtsız şartsız destek bu düşmanlığı derinleştirmiştir. Ancak mevcut durumda bölge ülkeleri kamuoyları nezdinde görülen Batı karşıtlığı ne kadar derin olursa olsun, telafi edilemez değildir. Geçmişte yapılan hatalar düzeltilir, hasarlar telafi edilir ve taraflar arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için iyi bir kamu diplomasisi faaliyeti yürütülürse Ortadoğu ülkeleri – Batı arasındaki ilişkiler meşru bir zemine oturtulabilir ve yakın tarihte görülmedik bir biçimde çok daha olumlu boyutlara taşınabilir.

Mısır, Türkiye ve İran ile birlikte, 1970’li yıllara gelinceye dek Ortadoğu’nun en önemli oyucularından biri durumundaydı. Önümüzdeki dönemde Mısır’ın dış politikada eski konumunu yeniden kazanacağı, her alanda donuklaşan ve durağanlaşan Mısır’ın yerinde hareketli ve hayat dolu, Ortadoğu’ya ve tüm İslam dünyasına canlılık getiren bir Mısır’ın doğmakta olduğu ileri sürülebilir.

Demokratikleşme hareketi halklar arasında geçişkenliği artıracak, bu da doğal olarak yönetimler arası iş birliği ve koordinasyon çabalarının yoğunlaşmasını sağlayacaktır. Bu durum, son dönemde komşular arası sıfır sorun ilkesine dayalı ve çok boyutlu bir dış politika arayışında olan Türk dış politikası için ise daha karmaşık bir ilişkiler ağını ve yeni ufukları işaret etmektedir.

Dr. Muharrem Hilmi ÖZEV

TASAM Afrika Enstitüsü, alanında önemli bir boşluğu dolduracak, yapmakta olduğu sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel çalışmalarla, Afrika'nın geleceğine projektör tutacaktır. (TASAM Başkanı Süleyman ŞENSOY)