Güney Afrika, Afrika’da süregelen savaşların bitmesini istemektedir, çünkü bu savaşlar kendi milli güvenliği açısından ciddi bir tehlike teşkil etmektedir ve bu tür bir tehlike mülteci akınını başlatır, bölgesel gelişime engel olur ve yabancı yatırımları uzaklaştırır. Dolayısıyla, Güney Afrika için, kendi arka bahçesinde bulunan parçalanmış bölgelere yardım etmek veya diğerlerine dolaylı olarak yardım sağlamak, kendi milli menfaatleri ve “daha iyi bir Afrika” oluşturma sorumluluğunda yüksek kazançlar sağlayabilir.

Güney Afrika’nın yüz yüze geldiği problem, insanların barış müzakereleri sırasında veya kısa bir süre sonrasında silahlanmalarını durduracak hangi tarz dış yardıma ihtiyaç duyulduğunu anlamaktır. Birleşmiş Milletler (BM) çalışanlarına göre bu durum çatışmayı kontrol altında tutan birkaç uluslararası ve yerel girişime rağmen büyük ölçüde Afrika’ya dair bir problemdir.  Bu belgeyi düzeltmek için , ‘çatışma sonrası yeniden yapılandırma  ve barış anlaşmalarını gözetebilme ve destekleyebilme adına birçok şey söylendi ve yazıldı. Döneme dair hiçbir ortak tanım yokken, büyük ölçüde, savaş sırasında harp edilmiş ülkenin yeniden yapılandırmasını amaçlayan dış müdahalenin tanımlanmasında kullanılırdı. Uzmanların vermiş olduğu ifadelere göre, ‘minimal muktedir devlet’ oluşturma adına bu tür bir yardım, Hamre ve Sullivan’ın da (2002) önerdikleri gibi, barışı koruma ve savaşçıları silahsızlandırmanın ötesinde özerk idare, güvenlik, ekonomik değişim ve kalkınma için temel ilkeleri sağlama genişletmektedir,.

Mevcut uluslararası konjoktür daha çok küreselleşme ile açıklanmaktadır. Küreselleşme, sadece halkların ve kültürlerin bir araya gelmesine değil, aynı zamanda uluslararası sahnede oluşan ya da var olan sorunların ortak çözümüne davet etmektedir.

Bu dinamik içerisinde, iki taraflı, çok taraflı ya da karışık yapılarla daha etkili işbirliği gerçekleştirmek amacıyla, sistemlerin dış politikası çerçevesinde ülkeler gelişmektedirler.

Afrika kıtasında da bu durum farklı değildir. Altmışlı yıllarda doksanlı yıllara demokratikleşmesinin satışıyla geçerek bağımsızlıklar döneminden küreselleşmeye geçiş dönemine kadar; kıta özellikle bölgesel örğütüyle (Afrika Birliği) kalkınmasını güçlendirme amacıyla ya da ortakların yenilenmesi arayışı içindedir.

Bu perspektifte Türkiye, giderek göz ardı edilemeyecek potansiyel bir ortak olduğunun belirtilerini göstermektedir. Gerçekte, işbirliğine yönelik ilişkilerini kurulması için ağır basan ortak tarih, coğrafi yakınlık, kültürel benzerlik gibi faktörlere bakarsak; Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin Afrika Birliği’ne üye ülkelerle etkili ve tutarlı bir ilişki kurmak için oldukça iyi fırsatlar sunduğunu görmekteyiz.

Tarihsel alanda Türkiye, Afrika’ya nazaran sömürge tarihine sahip değildir. Coğrafi olarak bu devlet; Afrika, Asya ve Avrupa arasında bulunmaktadır. Kültürel düzeyde ise Türk milleti, Afrika devletleriyle yakınlaşmayı kolaylaştırabilecek veya ilişkileri sağlamlaştırabilecek kültürel zenginliğe sahiptir.

Afrika kıtasındaki barış harekatları ve güvenlik konusunu incelemeden önce, kuşkusuz , Afrika’da  çatışmaların ve sorunların nedenlerine kısaca göz atmak gerektiğini düşünüyorum. Bu çerçevede Afrika’daki barış koruma operasyonlarını incelemek ve değerlendirmek,ayrıca Türkiye’nin gerek bu  çerçevedeki faaliyetlerini ve tüm Afrika ülkeleri ile güvenlik alanında işbirliği imkanlarını ele almak uygun olacaktır.

Afrika’daki sorunların çeşitli nedenleri mevcuttur. Her şeyden önce Afrika kıtasının sömürgeciliğin yarattığı sorunlardan büyük ölçüde etkilendiğini söylemek mümkündür. Sömürgeci devletler Afrika ülkelerinin sınırlarını, sadece kendilerinin ekonomik, siyasi,ticari ve stratejik çıkarlarını göz önüne alarak çizmişlerdir. Bu durumu görebilmek için  ülke isimlerini belirtmeye gerek olmayıp, bir Afrika haritasına göz atmak yeterlidir.

Sınırların sömürgeci devletler tarafından keyfi bir şekilde çizilmesi sebebile çeşitli Afrika ulusları, etnik gruplar ve kabileler farklı ülkeler arasında dağılmışlardır. Örneğin bu çerçevede diğer birçokları arasında Hausa ve Yoruba’ları  zikretmek mümkündür.Aynı kabile veya etnik gruba mensup halklar İngilizce veya Fransızca konuşan devletler  arasında kalmış, bu şekilde birbirleri ile temasları da zayıflamıştır.

Çölleşme dünyanın her yerindeki kurak bölgeleri etkileyerek, ekonomilerin gelişmesini engellemekte, geniş alanlardaki nüfusun yoksullaşmasına ve bu nüfusun açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına neden olmaktadır. Ekilebilir alanları terk edilmiş topraklar haline getiren çölleşmenin önüne geçme, kurak bölgelerdeki toplulukların ve milletlerin karşılaştığı en büyük zorluklardan biri durumunda.

Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı Gündem 21, topraktaki bozulmalara ve çölleşmeye dikkat çekiyor ve konu ile ilgili geniş çaplı faaliyetler planlıyor. Bu durumla ilgili olarak, 190'dan fazla sayıda ülke Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi'ne taraf olmuş durumda.

Çölleşme, dünya topraklarının üçte birini kaplayan kurak bölgelerdeki ekosistemin, aşırı toprak sürülmesine ve ekonomilerin gerilemesiyle ve etkilenen nüfusun yoksullaşmasıyla sonuçlanan, toprağın yanlış kullanımına aşırı duyarlı olmasından kaynaklanmaktadır. Yoksulluk, siyasi istikrarsızlık, ormanların yok olması, aşırı hayvan otlatımı ve yanlış sulama teknikleri toprağın verimliliğini azaltarak, ekonomilerin gerilemesine sebep olmaktadır. 250 milyondan fazla insan, çölleşmenin doğrudan etkilerini hissetmektedir. Buna ek olarak, yüzden fazla ülkedeki 1 milyar insan riskli konumdadır. Bu insanların birçoğu dünyanın en fakir, dışlanmış ve siyaseten en zayıf vatandaşlarını kapsamaktadır.

Uluslararası toplum, çölleşmenin dünyanın her yanındaki birçok ülkeyi ilgilendiren başlıca bir ekonomik, sosyal ve çevresel sorun olduğunu uzun bir süreden beri kabul etmektedir. 1977'de Birleşmiş Milletler Çölleşme Konferansı, Çölleşmeyle Mücadele Hareket Planı'nı kabul etti. Maalesef bu ve bunun gibi çabalara karşın, Birleşmiş Milletler Çevre Programı 1991'de, kurak, yarı kurak ve yarı nemli alanlardaki toprak bozulmasının şiddetini artırdığı ve ''bölgesel başarı örnekleri''ne rağmen, artan yoksullukla beraber ekonomik gelişmenin etkilerinin azaldığı sonucuna vardı.

Afrika kıtası küreselleşmenin şu anki evresinde defalarca tekrarlanan seri bir krizle karşı karşıya kalmıştır; aşırı tüketim ve israf, AIDS hastalığı, doğal kaynakların azalması, nüfus artışı, devam eden savaşlardan kaynaklanan zorunlu göç, ülkeler arasında ve ülkeler içerisinde durmaksızın artan eşitsizlik yanında yoksulluk ve açlık.

Afrika’da en yaygın rastlanılan baskılar aşağıdaki öğelerle açıklanabilir:

-    Nüfusun yaklaşık % 61’ini etkileyen uzun vadeli (1956’dan bu yana 186 kez) darbe girişimleri ve çatışmalar
-    Kötü ekonomik ve siyasi yönetim ve sivil toplumun dışarıda kalması
-    Ağır borçlar ve bütün kalkınma sürecini durduran devamlı bozulma

Kıta üzerindeki ağır yükten kaynaklanan endişe verici ve kasti olan bu durum karşısında Afrika Birliği, farklı kurumlar ve yapılan anlaşmalar aracılığı ile kıtanın kalkınma sürecinde rolünü yerine getirmek için hiç bir çaba göstermemiştir.

Afrika’nın, insan haklarını ve refahı sağlayarak ve kıtada ortalığı kırıp geçiren yoksulluk seviyesini en aza indirerek ekonomik kalkınma ve birikim sürecini oluşturmayan politikaları ve stratejileri görme ve etkili büyüme, eşitlik ve dayanışmayı birleştirmeyi deneme vakti gelmiştir. Bölgesel ve uluslararası birçok kurum da bu isteği gerçekleştirmek için yardıma gelmiştir.

NEPAD’ın kurulmasından 5 yıl sonra Afrika stratejik bir öncelik haline gelmiştir. Kıtanın uluslararası diplomasideki konumu giderek iyileşmektedir. Afrika, uluslararası alanda istenmekte ve dikkate alınmaktadır. Kıtanın enerji potansiyeli ise oldukça büyük önem arz etmektedir. (45 ülkede petrol arama çalışmaları devam etmektedir). Tarım potansiyeli de ayrıca güvenilir bir stratejik planın konusu olmuştur. Kıtamızda 1995 yılında savaş içerisinde olan 35 ülkeden geriye sadece 4 gerilim merkezi kalmıştır (Fildişi Sahili, Darfur, Etiyopya/Eritre, Uganda). Bunun yenilenmesi benzersiz iç ve dış güçlerin kurumları ve sivil toplum kuruluşları tarafından ortaya konulmaktadır.

Çok genç olan nüfus giderek daha iyi şekillenmektedir. Son olarak da birçok ülkede demokratik özgürlük sağlamakta ve totaliter sisteme başvurmaksızın yönetim gerçekleştirilmektedir. Milli egemenlik ilkesi kıtada gün geçtikçe halkın temsilcilerine geçmektedir; demokrasi ve milli egemenlik ilkelerine saygı göstermeleri koşuluyla partilerin özgürlükleri ve sayıları artık bir istisna değildir; Adli iktidarda ise kişilerin özgürlüğü giderek tanınır hale gelmiştir. Afrika’nın ekonomiside gün geçtikçe daha iyiye gitmektedir. Ekonomik faaliyetler 4 yıldan bu yana % 5 büyüme kaydetmiştir. Bazı ülkelerdeki güçlüklere rağmen, görünüş uzun zamandan beri buna sahip olmayanların çoğu için daha yararlı hale gelmiştir. Sadece yüksek hammadde talebiyle beslenen küresel yayılma değil ayrıca birçok etken de bu dirilişi desteklemektedir. Borç ve acil yardım iddialarıyla yapılan yardım artışı önemli bir anlam teşkil etmektedir; Makro ekonomik çevre iyileşmiş ve istikrar sağlanmıştır. Genel anlamda artış, Güney ve Orta Afrika’daki yeni petrol yataklarının işletilmesi, 2003 yılında Afrika’nın Güney, Orta ve Doğu kesimlerinde meydana gelen kuraklıktan sonra tarım üretiminin tekrar yapılması ve güvenliğin artması sayesinde bir sıçrama gerçekleştirmiştir. 2004 yılında Kuzey ve Batı Afrika’da meydana gelen çekirge istilası, özellikle beklenenden daha az bir zarar vermiştir. Petrol fiyatlarındaki hızlı yükselişe rağmen, enflasyon tarihi bir seviyeye gerilemiştir. Ticari ve kamu maliye dengesi, özellikle petrol ve mineral ihracatçıları, Afrika ülkelerinde iyileştirilmiştir. Bu değişimler çok az olsa da bir ilerlemedir.

Giriş

Saha araştırması üzerine şekillenmiş bu makale, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ni örnek olay incelemesi olarak ele alarak, çatışma ve çatışma sonrası toplumlarda, barışı, demokrasiyi ve adaleti sürdürme konusunda karşılaşılan sorunları araştırmaktadır. 2006 yılının başlarındaki üç ana gelişme, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki çalışmamı hızlandırmıştır: Göller Bölgesindeki şiddet seyrinin hızlı bir biçimde değişmesi, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin bağımsızlığından bu yana tarihi ilk seçimlerin yapılması ve suçluları adalete teslim etmek adına gerçekleştirilen yeni girişimler.

Geniş alana yayılmış çatışmanın tam ortasında, Demokratik Kongo Cumhuriyeti kendisini rahatsız edici şu soru serisiyle yüzleşmektedir: büyük ölçüde 250 etnik gruba bölünmüş bölgeler, şiddete, yolsuzluğa ve sefalete dayalı uzun geçmişleri ile demokrasiyi özümseyebilecekler mi ve bunun için etkin siyasi kurumlar kurabilecekler mi? Bireyler yaptıkları acımasızlıklardan sorumlu tutulabilecekler mi? Demokrasi ve adalet, uzun vadede sabit, dinamik bir ülke olmasına katkıda bulunabilecek mi? Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ne stratejik önem vermek ve Afrika’nın ortasında on ülke tarafından çevrilmek, bunlar sadece bu ülke için geçerli sorunlar olmamakla birlikte Göller Bölgesi ve Afrika kıtasının bütünü için de geçerlidir.


Kongo’daki Çatışmanın Tarihsel Geçmişi


Doğu Kongo’daki son on yıl, birçok yerel, bölgesel ve uluslararası aktörlerle bağlantılı olarak hırs ve etnik düşmanlıklarla geçmiştir. Söz konusu dönem, Belçika Kralı II. Leopold’un 1885 yılında “Kongo’nun” sınırlarını yeniden düzenlediğinden bu yana insanların ve doğal kaynakların acımasızca sömürüldüğü yüzyılın takipçisi olmuştur. 1960 yılında Belçika’nın Kongo’nun bağımsızlığını tanımasından sonra, ulusal liderler hasas bir ülke miras bırakmıştır. Ülkenin zayıf noktalarını güçlendirme adına, 1965 yılında General Joseph-Désiré Mobutu, Kongo’da kontrolü ele geçirmiş, kendini başkan olarak ilan etmiş ve 1971 yılında ülkeyi Zaire olarak yeniden adlandırmıştır. Orta Afrika’daki komünizme karşı siper olarak, Batı tarafından, desteklenen Mobutu, kişisel servet biriktirerek, ülkeyi iflasa sürükleyen geniş bir kleptokrasi oluşturmuştur.

Giriş
Bu makaleyi yazmaktaki amacım, Afrika mücadeleleri ve politikalarının batı literatüründeki algılanışında hissedilen afro-pesimizmin maskesini düşürmektir. Afrika’nın yoksulluk ve iç çatışmalarla yoğrulmuş karanlık bir kıta olarak kabul edildiği ve istikrarsızlık ve ekonomik yoksunluk hususlarında bir metafor olarak kullanıldığı apaçık bir gerçektir. Soğuk Savaşın bitiminin tansiyonları düşürmesi ve  üçüncü demokratikleşme dalgasının arasına “barış rantı” eklemesi beklentilerine rağmen Afrika’nın hala bu şekillerde anılması Chinua Achebe’nin things fall apart the center cannot hold (her şey dağılır, merkez tutamaz)  sözünü ve Fukuyama’nın tarihin sonu tezini hatırlatmaktadır. Sonuç olarak Afrika silah, AIDS, uyuşturucu, yozlaşmış gençlik, eğitimsiz toplumsal güç ve kleptokratlar  pazarı olarak algılanmaktadır. Ancak Afrika doğal kaynakları ve terörizmle mücadelesi ile modern dünyaya tanıtılması gereken bir yerdir.

1960 ve 1990 yılları arasında, kıtada 80 kanlı hükümet değişimi olmuştur. 1998 yılının sonuna kadar, 48 SSA ülkesinin yalnızca %39’u  siyaseten istikrar ve iyi yönetim elde edebilmiş, %23’ü politik kriz ve türbülans yaşamış ve %38’i ise çeşitli silahlı çatışma ve savaşlar geçirmiştir.  Sudan, Somali, Çad, Orta Afrika Cumhuriyeti ve  Fildişi Sahili hala politik çatışmalarla mücadele etmektedir. Ancak Afrika’da, barış - güvenlik gündemi ve kurumları sayesinde iyi bir yönetim sergileyen ve çatışmaları başarılı bir şekilde bastıran ülkelerin sayısındaki artış göz ardı edilemez. (Örneğin Burundi, Orta Afrika Cumhuriyeti, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Ruanda)

Afrika Birliği ile ilgili olarak yapacağım sunun hedefi, özellikle 2007 yılı başından itibaren hızla gelişmekte olan Türkiye–Afrika Birliği ilişkileri hakkında ana hatlarıyla bilgi vermektir.

Türkiye –Afrika Birliği ilişkilerini aşağıdaki başlıklar altında ele almayı öngörüyorum:

1.    Afrika Birliği. Teşkilatın kuruluşu, hedefleri ve organları.
2.    Türkiye’nin, Afrika ve bu kıtadaki ülkeler arasındaki en önemli örgütlenme olan Afrika Birliğine bakış açısı.
3.    Afrika ülkeleri ve Afrika Birliği Komisyonunun, Türkiye’ye Bakışı.
4.    TürkiyeAfrika Birliği işbirliği ve bu işbirliğini güçlendirmek amacıyla atılmakta olan son adımlar.

1.    AFRİKA BİRLİĞİ

a) Afrika Birliği’nin Kuruluşu:

Afrika Birliği Örgütü(AfBÖ) Aşmas
ı

•    1957 yılında Gana ile başlayarak, giderek artan sayıda Sahra’nın Güneyindeki Afrika (SAGA) ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarına paralel olarak, Afrikalı lider ve düşünürler tüm Afrika ülkelerini aynı çatı altında toplayan bir uluslararası kuruluşu hayata geçirmesini önemli bir hedef olarak belirlediler.

Bu çalışmalar sonucu hazırlanan “Afrika Birliği Örgütü” (Organization of African Unity) Kurucu Anlaşması,  25 Mayıs 1963 tarihinde Addis Ababa’da imzaya açıldı.

Kurucu Anlaşma ilk gününde o tarihte bağımsız olan 32 Afrika ülkesinden 30’u tarafından imzalandı. İmzaya açıldığı gün imzalayamayan Fas ve Togo, Kurucu Anlaşmayı 1963 yılı sonundan önce imzaladılar.

Tamamı için tıklayınız
Afrika’da son dönemde ortaya çıkan savaşlar ve çatışmalar milyonlarca insanın hayatına mal olmuş,  gerçekleştirilmiş bulunan ekonomik kalkınmanın da önemli bir kısmını ortadan kaldırmıştır. Bugün Afrika’nın ihtiyaç duyduğu sürdürebilir kalkınma barış ve güvenlik gerektirmektedir. Başka bir deyişle, barış ile güvenlik Afrika’nın kalkınması için başlıca ön şartları oluşturmaktadır.

Genellikle Afrika, dünyanın en fazla çatışmanın yer aldığı kıta olarak anılmaktadır.  Gerçekten, Afrika, askeri çatışmalar nedeniyle savaş kurbanları sayısının en yüksek olduğu 000kıta durumundadır.  1945 ile 1995 arasındaki dönemde meydana gelen 186 silahlı çatışmanın 48’i Afrika’dadır. Bu çatışmaların, 160 milyonluk  kıtada 6 milyon kişinin ölümüne sebebiyet verdiği görülmektedir.  1998’den beri Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin doğusunda meydana gelen silahlı çatışmalarda 3 milyon kişi hayatını kaybetmiş bulunmaktadır.  Afrika ülkelerinin %60’ı askeri şiddetin kurbanı olmuştur. Yapılan hesaplara göre her beş Afrikalıdan biri silahlı çatışmanın etkisi altında kalmaktadır.

1990’lı yıllarda Somali’nin çöküşü, Ruanda’da 1994’te Tutsi ve Hutular arasındaki soykırım, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Kongo Cumhuriyeti, Liberya, Sierre Leone, Sudan ile Kotdivuar’daki savaşlar dünya kamuoyunun dikkatini çekmiştir.  İç savaşlar, birçok Afrika ülkesini büyük sıkıntılara sokmuş ve mahalli halka büyük zararlar da vermiştir. Bu savaşların en kötüsü 1967 ile 1970 arasında meydana gelen Nijerya’daki Biafra savaşıdır. Bu savaş sırasında en aşağı 2 milyon kişi hayatını kaybetmiştir.  Sudan’daki savaş da 30 yıl sürmüş ve 2004’te sona erdirilebilmiştir. Bu savaşlara Angola ve Mozambik’i de ekleyebiliriz.