Türkiye'nin Afrika ile kültürel ve tarihsel ortak noktaları hem çok eskiye dayanmakta hem de siyasal ilişkilerin çok ötesine geçen derinliktedir. Bu tarihsel ve kültürel yakınlık iki unsurdan kaynaklanmaktadır: İslam ve Türk yönetimleriyle başlayan ortak tarihsel yaşanmışlık. Gerçekten de İslam gerek Afrika halklarının gerek Türklerin ortak kültürel ve dinsel değeridir ve siyasal yapıların çok ötesinde bir değer birlikteliği sağlar. 7. yüzyılda Araplarla birlikte Afrika'da yayılmaya başlayan İslam dini, hem yerli kültürleri dönüştürdü hem de yerli kültürlerin etkisiyle zenginleşti. Bunun da ötesinde Türklerin Afrika'ya girişlerinde önemli bir rol oynadı. 9. yüzyıldan itibaren Müslümanlığı benimseyen Türkler, Araplarca Afrika'ya götürüldüler ve kısa bir süre sonra yönetici olarak kendi hanedanlıklarını kurdular. Dolayısıyla 9. yüzyıldan itibaren Afrika kıtasının tarihinde Türkler görülmeye başladı, tıpkı Türklerin tarihinde Afrika'nın yer alması gibi. Bu ortak tarih, 1517'de Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethiyle daha da köklendi. İlginçtir; Osmanlı İmparatorluğu, Kuzey Afrika'da egemenliğini kurarken, İspanya ve Portekiz gibi kıtada görülmeye başlayan Batılı güçlerle mücadele etti, tıpkı 20. yüzyılın başında kıtadaki son toprağı Libya'dan çıkarken İtalya'yla savaştığı gibi. Dolayısıyla Afrika tarihinde Osmanlı yönetimi önemli bir yer tuttuğu gibi Osmanlı tarihinde de Afrika kıtası kritik dönemlerde öne çıkmaktadır. Dolayısıyla çok farklı bakış açılarından yorumlansa da ortak bir tarih söz konusudur.

Bu kültürel ve tarihsel ortaklıklar, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla birlikte unutulmaya terk edildi. Türkiye Cumhuriyeti bir ulus-devlet olarak tarih sahnesine çıktığı andan itibaren dış politikasını Misak-ı Milli çerçevesinde belirledi ve Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenlik alanında yer alan topraklarla tüm bağlarını kopardı. Bu bir yandan imparatorluk zihniyetinin terk edildiğinin göstergesiydi, diğer yandan da 200 yıldan beri Batı'ya yüzünü çevirmiş olan bir toplumun yeni devleti olarak kalkınma ve batılılaşma hedefinin önceliğine işaret ediyordu. Yeni Türkiye, laik ve batılı bir devletti ve İslam ortak paydası çerçevesinde tarihsel bağları bulunan doğu toplumlarıyla asgari ilişkiler kuracaktı. Bu asgari ilişkileri zorunlu kılan ise ortak coğrafyada yer alma durumuydu. Geçmiş tarihsel ve kültürel ortaklıklar unutulacak ya da unutturulacaktı. Batı odaklı bir dış politikaya yönelen yeni Türkiye'nin doğu toplumlarına ilişkin tek iddiası, model olmaktı ki bu iddiasını da 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan iki kutuplu dünyada, özellikle NATO'ya girdikten sonra kaybetti. Kendisini bir Avrupa devleti sayarak Üçüncü Dünya'yı Batı bloku çıkarları dışında değerlendirebilme yetisini gösteremedi. 1945 sonrasında ancak özellikle 1960'larda bağımsızlığını kazanan Afrika ülkeleri, Soğuk Savaş içinde eski sömürgeci Batılı ülkelere mesafeli olmak isteyip Bağlantısızlık Hareketi içinde yer alırken, ilk bağımsızlık mücadelesi vermiş devletlerden biri olan Türkiye giderek daha fazla Batı'ya bağlandığı gibi, Bağlantısızlık politikasını anlayamadı ve yeni bağımsızlığını kazanan ülkelere karşı kayıtsız ve hatta mesafeli bir tutum benimsedi.

Devamı...