Tunus’ta başlayan ve Mısır başta olmak üzere tüm Ortadoğu ülkelerini etkisi altına alan değişim rüzgârı bölge ile ilgili siyasi aktörleri ve yazarları şaşkınlığa uğratmış gözüküyor. Olayların birkaç hafta gibi kısa bir süre içerisinde bütün bölgeyi etkisi altına alması çoğu yorumcu tarafından sürpriz bir durum olarak değerlendiriliyor ve bölgenin geleceği ile öngörüde bulunmanın imkânsızlığından söz ediliyor. Oysa asıl şaşırtıcı olan bölgedeki otoriter yönetimlerin nasıl olup da 21. yüzyıla dek varlıklarını koruyabildikleri idi.
Bilindiği üzere SSCB’nin ortadan kalkmasının temel nedenlerinden biri Batı ile sürdürdüğü silahlanma yarışını kaybetmesi ise, diğer bir nedeni batılı ülkelerdeki refah düzeyinin Sovyet ülkelerinin kat be kat üstüne çıkması ve rejimin halklar nezdinde meşruiyetini kaybetmesi sonucu toplumsal patlama olasılığının ufukta gözükmesiydi. Esasen SSCB’nin refah düzeyi Birliğin kuruluşundan beri oldukça geri durumdaydı ve bu durumdan kaynaklanan meşruiyet sorununu Doğu Bloğu ülkeleri özgürlükleri kısıtlayarak aşmaya çalışmaktaydılar. Ancak 1980’li yıllarda ivme kazanan küreselleşme dalgası, yani iş gücü, finans ve enformasyon akışının gittikçe daha az kontrol edilebilir hale gelmesi sonucu halklar arası etkileşim artmaya başlamıştı. Bunun sosyal patlamalara gebe bir ortam oluşturduğunu gören SSCB’li (daha ziyade Rus) yöneticiler olayları kontrol edilemez bir noktaya gelmeden önce müdahaleye karar vermiş ve küçülerek korunma ve güçlenme stratejisi izleyerek birliği dağıtmıştır.
Ortadoğu’ya baktığımızda ise yoksulluk, otoriter yönetimlerin baskısı ve özgürlüklerin kısıtlanması sorunları bu bölge için de geçerliydi. Nitekim Mısır’daki ayaklanmanın temel sloganı olan “ekmek, özgürlük ve adalet” talepleri bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. İslamcı ve Arap milliyetçisi ideolojiler ise Ortadoğu’nun yakın tarihi boyunca bu üç talebin yerine getirilmesi noktasında umut vaat ettikleri için kabul görmüş ve güçlenmişlerdi. Öte yandan Ortadoğu’daki mevcut otoriter rejimler iki kutuplu sistemin hâkim olduğu bir ortamda doğmuştu. Doğu Bloğu için geçerli olan sorunlar Ortadoğu ülkeleri için de geçerliydi ama batılı ülkeler bölgede kendi çıkarlarını koruma amacıyla Ortadoğu’daki rejimlerin Soğuk Savaş’ı izleyen dönemde de yaşamalarını sağlamışlardı. Çünkü görülecek geniş çaplı rejim değişiklikleri bölgede yeni güç merkezlerinin, örneğin Arap Ülkeleri arasında bir birlik oluşumunun ortaya çıkmasına, Batı’nın bölgedeki etkisini kaybetmesine ve belki de hepsinden önemlisi İsrail’in beka sorunu ile karşı karşıya kalmasına neden olabilirdi.
Peki, ne oldu da 2000’li yıllardan itibaren Batı artık bölgede demokrasi istemeye başladı. Büyük Ortadoğu Projesi’nin amacı neydi? Aslında bu soruların son derece kolay tahmin edilebilir bir cevabı var: Üsame bin Ladin’lerin ve intihar bombacılarının sayısının kontrol edilemez bir düzeye gelmesini engelleme amacı. Ölümü hiçe sayanların çoğaldığı bir coğrafyada Batılı ülkelerin çıkarlarını polis devleti ve devlet dehşeti ile sürdürmek artık mümkün olamazdı. Yoksul kitleler internet ve uydu yayınları aracılığıyla dünyanın diğer ülkelerindeki refah düzeyini izleme imkânına kavuşmuşlardı. Üstelik 1990’lı yıllarda tek süper güç olarak yalnız kalan ABD 2000’li yıllara gelindiğinde görece güç kaybına uğramış; Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya, Türkiye ve İran gibi yeni aktörler Batı’nın uluslararası alandaki etkinliğini sınırlandırmaya, tek başına davranışlarını kısmen de olsa engellemeye başlamışlardı. Son dönemde varlıklarını hissettirmeye başlayan bu yeni güçler kronik sorunlarla dolu Ortadoğu’ya daha rahat müdahale edebilirler ve batılı ülkelerin çıkarlarını sadece Ortadoğu’da değil tüm dünyada zora sokabilirlerdi. Özellikle Çin, Hindistan ve Rusya’nın bir blok halinde Batı karşıtı bir kamp oluşturmaları olasılığı Batı dünyasında Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerin bir an önce daha sağlıklı ve sürdürülebilir bir zemin üzerine yeniden inşa edilmesi gerektiğini düşündürmeye başladı. Bunun tek yolu ise halklar nezdinde meşruiyet sahibi olan yönetimlerin ortaya çıkmasını sağlamak ve bu yeni yönetimler ile yeni ilişkiler ağı oluşturmaktı. Ve bu hedef yükselen yeni güçlerin Ortadoğu’ya daha etkin bir biçimde müdahil olma gücüne sahip olmalarından önce gerçekleştirilmeliydi. İşte bu ve benzeri nedenlerden dolayı Batı 2000’li yıllardan itibaren Ortadoğu ülkeleri için demokrasi istemeye başladı.
Ne var ki, Batı’dan gelen bu tür mesajlar, uzun yıllardır sırtlarını Batı’ya yaslayarak varlıklarını sürdürmekte olan rejimler tarafından tam olarak okunamadı. Mesaj doğru okunsa bile mevcut sosyal ve siyasi yapılar mesajın gereğinin yerine getirilmesinin önünde büyük engel teşkil etmekteydi. Sonuçta dış politikada, eğitimde, ekonomide, siyasi yapıda, sosyal, dini ve kültürel alanlarda ve medyada fosilleşen politikalar göstericilerin hayat dolu “ekmek, özgürlük ve adalet” sloganları ile karşılaşınca yıllardır biriken toplumsal gerilim 2011 yılı başında, Batılı ülkelerin aktif ya da pasif müdahalelerinin de etkisiyle, patlamış oldu. Bu noktada en büyük payın Internet ve uydu yayıncılığına ait olduğunu belirtmeliyiz.
Tunus ve Mısır’da Yaşananlara Devrim Denilebilir Mi?
Bilindiği üzere devrimler bir süreci işaret eder; toplumsal krizler, halk hareketleri ve ayaklanmalar ise bu sürecin sadece bir parçasıdır. Bu açıdan bakıldığında son dönemde Ortadoğu’da görülen ayaklanmalar da ancak uzun erimli bir devrimin anlık parçalarıdır.
Tarih boyunca toplumlar ekmek, huzur/özgürlük/güven ve adalet aramışlardır. Bir liderin, bir rejimin meşruiyet kazanması, yani sürdürülebilir hale gelmesi bu taleplerin karşılanmasına matuf olmuştur. Din, kabile ya da aşiret bağları ve diğer kimliklerin hemen hepsi bu talepler arasında bir denge kurma arayışıdır.
Ortadoğu’daki son hareketlilik ile ilgili yorum ve makalelere baktığımızda, Mısır ve Tunus’ta yaşananların birer devrim olup olmadıkları tartışılıyor ve 1789 Fransız Devrimi başta olmak üzere tarih boyunca yaşanan rejim değişiklikleri ile karşılaştırmalar yapılıyor. Fransız Devrimi’nin müjdecisi olan Rönesans ve Reform hareketlerinin Ortadoğu ülkeleri için söz konusu olamayacağı ileri sürülüyor. Bu tür yaklaşımların ne kadar sığ olduğunu söylemeye bile gerek yok. Acaba Bastille Hapishanesini basan kalabalıktakilerin kaçta kaçı Rönesans’tan haberdardı? Giyotin altında can veren, ya da yeni rejim/ler adına bu kişileri doğrayanların ne kadarı Reform’un anlamını kavrayabilmişti?
Bu açıdan bakıldığında, Mısır başta olmak üzere, Ortadoğu halkları da bir medeniyet birikimin temsilcileridirler ve mevcut küresel medeniyet birikiminden az ya da çok elbette ki, haberdardırlar. Devrimi belirli entelektüel ve ideolojik birikim(ler)in kitleler düzeyinde yaygınlık kazanması sonucunda gerçekleşen rejim değişiklikleri olarak tanımlayabiliriz. Tüm ideolojiler insanlık için daha yaşanılabilir ve daha müreffeh dünyanın sihirli anahtarlarının kendi ellerinde olduğunu iddia etmektedirler. Ama devrimin sadece, Avrupa’ya özgü modernist düşüncenin hayata geçirilmesine dönük büyük ayaklanmaların amacına ulaşması olarak tanımlamak, Batı merkezli bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım içinde bölge halklarına tepeden bakan, hatta sahip oldukları kimlik ve kültür unsurları nedeniyle “gerçeği” anlama kapasitesine sahip olmadıklarını ileri sürerek onlara hakaret eden izler taşımaktadır.
SSCB’nin dağılması bir devrim ya da karşı devrim ise, Tunus’ta, Mısır’da başlayıp tüm Ortadoğu ülkelerine yayılan ayaklanma hareketi de pek ala bir devrim sayılmalıdır. Her şeyden önce, bölge halkları on yıllardır koltuklarına yapışmış liderlerin bir halk hareketiyle düşürülebilir olduklarını öğrenmişlerdir. Bu durum, adına ister devrim deyin ister ayaklanma deyin, bölge siyasi zihniyetinin temelden değiştiğini göstermektedir.
Bu arada Mısır’da yaşanan hareketliliklerin özgün yönlerini de vurgulamakta yarar var. Latin Amerika’da, Orta ve Güney Afrika’da ya da İran Devrimi’nde görülen halk hareketleri ile karşılaştırıldığında Mısır’da milyonların vakur gösterileri, dengeli ve aşırılıktan uzak tepkileri, yağma ve talana izin vermemeleri, can kayıplarının büyük ölçüde polisin ya da istihbarat mensuplarının müdahaleleri sonucunda gerçekleşmesi, askere karşı takınılan olumlu tavır not edilmelidir. Özellikle askere karşı takınılan olumlu tavrın bir nedeni Mısır’da askerin öteden beri uyguladığı politikalar ise, diğer bir nedeni polise ek olarak orduya da cephe alınması sonucu ortaya çıkabilecek kaos ortamının göstericiler nezdinde ve diğer ilgili taraflarca hiç de istenilen bir durum olmamasıdır.
Türkiye Örnek Mi Değil Mi?
Türkiye demokrasi ve insan hakları açısından bakıldığında batılı ülkelere göre oldukça geri durumdadır. Buna rağmen, Ortadoğu ülkeleri ile karşılaştırıldığında ise karşılaştırma bile yapılamayacak kadar iyi bir durumdadır. Bir ülkenin diğerini örnek alması o ülke halkının ve yöneticilerinin kendilerinin bileceği bir iştir. Ama küreselleşme çağında tüm ülkeler birbirlerini etkilemektedir. Bizzat Türkiye, bu anlamda batılı ülkelerden etkilenmiştir. Peki, batılı ülkeler dururken Ortadoğu ülkeleri niçin Türkiye’yi örnek alsın? Çünkü Türkiye bir Avrupa ülkesi olduğu kadar, bir Ortadoğu ülkesidir de. Ortadoğu ülkelerinin özgün koşullarının pek çoğu Türk demokrasinin biçimlenmesinde etkili olmuştur. Eğer Türkiye deneyiminin kısmen de olsa başarılı olduğu kabul ediliyorsa, Türkiye’nin bu ülkeler için doğal bir örnek ve öncü olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Nitekim Türkiye’nin deneyimlerinin Ortadoğu da geniş halk kitleleri üzerinde ilgi uyandırdığını ve derin izler bıraktığını söylemeye gerek bile yoktur. Bu açıdan bakıldığında, bölgede görülen son gelişmelerin Türkiye ile bölge arasındaki etkileşimin had safhaya çıkarması beklenilmelidir.
Batı medyasında Türkiye’nin Mısır için örnek olduğu yönündeki yoğun vurgunun ise bir yönü daha bulunmaktadır: 1979 İran Devrimi’nin ardından bu ülkede ortaya çıkan çalkantıların ve yeni rejim tipinin, ya da Lübnan’da Hizbullah benzeri bir yönetim anlayışının Mısır’da tekrar etmesini engelleme amacı. Sünni kültürün hâkim olduğu ülkelerde din adamlarının yönetimi ele geçireceği yönündeki endişeler ontolojik ve epistemolojik nedenlerden dolayı tamamen yersizdir. Böyle bir durum Şiilerin çoğunlukta olduğu ülkeler için söz konusu olabilir. Katolik kilisesi için geçerli olan yargılar teolojik bakımdan siyasi yetkilere donatılmış bir din adamları sınıfına sahip olmayan Sünni dünya için ancak bir sapma ve geçici bir durum olarak ortaya çıkabilir. Nitekim tarih boyunca Sünni dünyada din adamlarının iktidar olması sadece istisnai ve geçici bir durum olmuştur.
Beklentiler
Tunus ve Mısır’da başlayan ve tüm Ortadoğu ülkelerine yayılan halk hareketleri bölge için yeni bir dönemin başladığını kesin olarak işaretlemektedir. Bu yeni dönemde artık halkların iradeleri göz ardı edilemeyecektir. Demokratik talepler tüm Arap dünyası boyunca dalgalar halinde yayılacak ve gittikçe daha da artacaktır. Bölge ülkeleri arasındaki etkileşim artacaktır. Sadece ekmek, özgürlük ve adalet taleplerini yerine getirme noktasında halkın taleplerine kulak veren yönetimler iş başında kalabilecektir. Dış güçlere sırtını dayayarak, içerdeki demokratik unsurları dışarıya karşı umacı gösterip kendini vazgeçilmez addeden, içerde ise polis devleti aracılığıyla demokratik güçlerin gelişmesini engelleyen yönetimlerin bundan böyle iş başında kalmaları imkânı artık kalmamıştır. Son altmış yıla bakıldığında bu durum, adına devrim densin ya da denmesin, bölge için çok ciddi bir dönüşüm anlamına gelmektedir.
Küresel ve bölgesel güçler bölge ile ilgili politikalarını belirlerken sadece yönetimleri değil bölge halklarının taleplerini de göz önünde bulunduracaklardır. İsrail bölgedeki devlet terörü ve dehşet dengesine dayalı etkinliğini kaybedecek, bölge ülkeleri ile uyumlu ve bütünleşik politikalar üretebildiği ölçüde beka sorununu çözümleyebilecektir. Ama eğer İsrail uluslararası hukuk ve asgari insani kriterler bakımından zalim bir devlet imajı görünümünü korumaya devam ederse kitleler yönetimleri İsrail karşıtı politikalar izlemeye zorlayacaktır.
Aslında, geleneksel olarak Ortadoğu’da nitelikli bir Yahudi düşmanlığından söz etmek mümkün değildir. Son dönemde İsrail’e karşı duyulan öfkenin nedeni dini ve ideolojik değil, sadece bu ülkenin 1948 yılından itibaren bölgede uyguladığı politikaların ortaya çıkardığı adaletsizlik imajıdır. Dolayısıyla bölge halkı nezdindeki İsrail karşıtı havanın yumuşaması İsrail’in 20. yüzyıl boyunca bölgede uyguladığı politikaların meşru kabul edilebilir bir çizgiye çekilmesine ve hataların telafi edilmesine bağlıdır. Aksi halde, İsrail’e karşı duyulan öfke katlanarak devam edecek, bu da İsrail’i bölgede şimdiye kadar görülmemiş biçimde zor durumda bırakabilecektir.
Bölgedeki Batı düşmanlığının temel nedeni 19. ve 20. yüzyıllarda uygulanan sömürgeci politikalardır. İsrail’e verilen kayıtsız şartsız destek bu düşmanlığı derinleştirmiştir. Ancak mevcut durumda bölge ülkeleri kamuoyları nezdinde görülen Batı karşıtlığı ne kadar derin olursa olsun, telafi edilemez değildir. Geçmişte yapılan hatalar düzeltilir, hasarlar telafi edilir ve taraflar arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için iyi bir kamu diplomasisi faaliyeti yürütülürse Ortadoğu ülkeleri – Batı arasındaki ilişkiler meşru bir zemine oturtulabilir ve yakın tarihte görülmedik bir biçimde çok daha olumlu boyutlara taşınabilir.
Mısır, Türkiye ve İran ile birlikte, 1970’li yıllara gelinceye dek Ortadoğu’nun en önemli oyucularından biri durumundaydı. Önümüzdeki dönemde Mısır’ın dış politikada eski konumunu yeniden kazanacağı, her alanda donuklaşan ve durağanlaşan Mısır’ın yerinde hareketli ve hayat dolu, Ortadoğu’ya ve tüm İslam dünyasına canlılık getiren bir Mısır’ın doğmakta olduğu ileri sürülebilir.
Demokratikleşme hareketi halklar arasında geçişkenliği artıracak, bu da doğal olarak yönetimler arası iş birliği ve koordinasyon çabalarının yoğunlaşmasını sağlayacaktır. Bu durum, son dönemde komşular arası sıfır sorun ilkesine dayalı ve çok boyutlu bir dış politika arayışında olan Türk dış politikası için ise daha karmaşık bir ilişkiler ağını ve yeni ufukları işaret etmektedir.
Dr. Muharrem Hilmi ÖZEV
“Devrimler Kazanımlardan Çok, Ütopyalar ve Kaoslar Yaratır.” (Victor Hugo)
Çok boyutlu güç sistematiğinin geliştiği dünyamızda dış politika geliştirmek çok bilinmeyenli bir denklem haline gelmiştir. Bu durum “öngörülebilirlik” çağından “tahmin edilebilirlik” çağına geçtiğimiz yeni dönemde ülkelerin dış hatta iç politika konusunda yeterli ve olgun reel politik süreçler inşa etmelerini son derece güç hale getirmiştir.
Günümüzde uluslararası aktörlerin böyle bir ortamda sağlam adımlar atabilmeleri demokratik meşru zeminde geliştirilmiş insan kaynağının niteliği, ekonomik altyapının sağlam hale getirilmesi ve kamu diplomasi faaliyetlerinin iç ve dış kamuoylarına dönük olarak etkin bir biçimde yürütülmesi gibi bir takım koşulların gerçekleşmesine bağlıdır.
Tunus’ta “Yasemin Devrimi” ile patlak veren, tüm Arap ülkelerini etkisi altına alan ve Mısır’da doruk noktasına erişen olayları da bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Ekonomisi uzun yıllardır kötü durumda bulunan ve son dönemde yaşam koşulları iyice kötüleşen Mısır’da halkın öfkesi artık yönetimlerce kontrol edilebilir olmaktan çıkmış, buna mukabil uluslararası diğer aktörlerin manipülasyonlarına açık hale gelmiştir.
84 milyon nüfuslu ülkede yaşayanların 56 milyondan fazlası 30 yaş altı gençlerden oluşmaktadır. Buna rağmen nitelikli insan kaynağının zayıf olması, yönetim ile halk arasındaki iletişim kopukluğu, antidemokratik süreç, kamu diplomasisi faaliyetlerinin içerde - dışarıda gereği gibi yürütülememesi ve bunu yürütecek zihniyet birikiminin oluşmamış olması gibi nedenlerden dolayı ülke kaynakları asıl sahipleri tarafından değil batılı ülkeler tarafından kontrol edilmektedir. Son yaşanan ayaklanma hareketleri durumun yerel aktörlerce kontrolünü daha zorlaştırmakta ve dış güç müdahalesi için kapıyı biraz daha aralamaktadır.
Ortaya çıkan bu yeni kaos ve kargaşa durumu, son dönemde iyice köşeye sıkışan batılı ülke ekonomileri için yeni çıkış kapısı oluşturma potansiyeli taşımaktadır. Bu durumda Kuzey Afrika’nın Ortadoğu’nun ve Güney Asya’nın kapalı rejimler nedeni ile şu ana dek yeterince dokunulamamış kaynaklarının, pazarlarının ve ekonomik altyapılarının Batı tarafından daha kolay bir biçimde kontrol edilmesi için kapı aralanmaktadır.
Bu kaos ve kargaşanın asıl nedeni bölgedeki ekonomik - beşeri kaynakların değerlendirilmesi konusunda uzun yıllardır ciddi adımların atılamamış olmasıdır. Kendi kaynaklarını, milli insan kaynağı ile değerlendirip kendi halklarının kullanımına sunamayan bölgede yönetimlerin meşruiyeti ciddi oranda erozyona uğramıştır. Bu kavga ve kaos ortamında mikro milliyetçilik körüklenecek, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da ve Güney Asya’da ekonomik ve siyasi açıdan Batı’ya biraz daha bağımlı pek çok yeni devletçik ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır. Dolayısıyla mevcut devletlerin 21.yüzyıl çok boyutlu rekabetinde var olmaları bir kez daha hayal olacaktır.
Ülkemizinde göreceli olarak içerisinde bulunduğu bir çok ülke özellikle son 10 yılda gelişen acımasız çok boyutlu rekabet ve küresel sorunların olası sonuçlarını farketmek hususunda derin bir yanılgı içerisindedirler. Bu yanılgının yine en temel sebebi siyasi elitinde dahil olduğu nitelikli insan kaynağı problemidir. Var olan ve kavgası güdülen görüş ayrılıklarıının, ideolojik farklılıkların ne kadar anlamsız olduğu Tunus, Mısır gibi tecrübelerden sonra daha iyi anlaşılacaktır. Var olan ayrılıklar üzerine kurulu uluslararası rekabet araçları görevlerini iyi yapmaktadırlar. Bu araçların ortaya çıkaracağı olumsuz sonuçları ortadan kaldırmak için geçmişteki gibi vakit olmadığı en bilinesi bilgidir.
Tüm bu söylediklerimizle batılı aktörlerin bölgedeki etkisinin o kadar da önemli olmadığını söylüyor değiliz. Üstelik devletlerin düzen kurucu rolünün azaldığı günümüzde uluslararası alanda belirleyici güç sermayedarların eline geçmiştir. Yinede bölge ile ilgili belirleyici aktörlerde önemli bir değişiklik olduğunu söylemek oldukça güçtür. Söylemek istediğimiz, bölgedeki asıl unsurların bölgeye yön belirleme konusunda öteden beri fazla etkili olamadıklarıdır. Eğer küreselleşen ve faaliyet kalıpları önemli ölçüde nitelik değiştiren günümüz dünyasında bölgedeki beşeri kaynaklar etkin hale getirilemezse bölgenin edilgenlik kaynaklı kötü durumu önümüzdeki dönemlerde daha da kötüleşebilecektir. Bu nedenle, sürekli olarak batılı güçleri eleştirmek ve bu şekilde kendimizi rahatlatmak yerine, dostlarımıza yönelik özeleştirilerimizi çekinmeden dillendirmek durumundayız. Efendim, demokratik zeminde ortak vizyon ve misyonu paylaşan İnsan kaynağı yoksa demokrasi kurulamayacağı gibi bağımsızlık da, refah da, iç ve dış güvenlik de sürdürülemez.
Geçtiğimiz hafta Mısır’da başlayan halk ayaklanmasını İsrail endişe ile izliyor. İsrail hükümeti son yaptığı açıklama ile Batılı müttefiklerini Mısır’da istikrarın, dolayısıyla Mübarek rejiminin korunmasının kendi çıkarlarına olduğu konusunda ikna etmeye çalışıyor. Hatta İsrail Dışişleri Bakanlığı, bazı kilit elçiliklere Mısır’ın istikrarının korunmasının ne derece önemli olduğunu anlatan yazılar da gönderdi. Dünya kamuoyunun Mısır’daki olayları “demokratikleşme” adımı olarak görme eğilimi yüksekken İsrail’in böyle bir gelişmeden kaygı duyması ülkenin milli güvenlik çıkarlarına ters olmasından kaynaklanıyor.
İsrail 1948’de kurulduktan sonra, savaş sonrası statükoyu kabullendi ve devletin konsolidasyon sürecinde statükoyu değiştirecek Arap girişimlerini bertaraf eden aktivist bir savunma politikası izledi. Öte yandan, İsrail devleti kurulduktan sonra da devam eden savaş durumu, İsrail’in güvensizlik algısını tetikledi ve milli güvenlik konusu siyasi ajandaya hâkim olmaya başladı. İsrail’in bugün askeri bir toplum olarak nitelendirilmesinin ardında güvenlik sorunsalının toplum ve ordu arasındaki ayrımı bulanıklaştırması yatmaktadır. Öyle ki, güvenlik konusu karar verme süreçlerini, dolayısıyla ekonomik politikaları olduğu kadar dış politikayı da etkilemiştir. Kümülatif caydırıcılık üzerine temellen bir milli güvenlik doktrini, Arap ülkelerinin sayısal üstünlüğünü bertaraf edecekti. İsrail’in nihai amacı Arap ülkeleriyle barış yapıp, savaş durumuna bir son vermekti; Arapları barışa ikna etmek için de, onları İsrail’in yıkılamayacağına, böyle bir girişimin onlara pahalıya patlayacağına inandırabilmekti. Böylelikle, caydırıcı politika, sonunda Arap devletlerini barış yapmaktan başka bir alternatif olmadığı düşüncesine yöneltecekti.
Bu bağlamda İsrail’in en büyük başarısının Mısır ile barış için masaya oturması olduğunu söylemek mümkündür. Zira Mısır lider ülke olarak ön plana çıkmaktaydı, Mısır’ın İsrail ile barış yapması, İsrail’in Arap tehdidi algılamasını asgariye indirecekti çünkü Mısır en güçlü Arap ülkesi olarak diğerlerine liderlik etmekteydi. İki ülke arasındaki gerginlik, dönemin Mısır başkanı Enver Sedat’ın 1977 yılında İsrail’i ziyaret etmesiyle yumuşama sürecine girdi, bunu 1978 Camp David barış anlaşması takip etti. Bu barış Arap ülkeleri ve FKÖ tarafından şiddetle kınanırken, ABD anlaşmanın bir parçası olarak Mısır’ı hem ekonomik hem de politik anlamda destekleyeceğinin sözünü verdi. İsrail Mısır ile yaptığı bu anlaşma sayesinde güney sınırlarını koruma altına almış oldu, nitekim Mısır Sina Yarımadası’nı askerden arındırma taahhüdü verdi.
Bugünden baktığımızdaysa, Enver Sedat ile başlayan olumlu ilişkileri devam ettirmiş olan Hüsnü Mübarek’in kaybı, İsrail’i bir kez daha var olma tehdidi ile karşı karşıya bırakacaktır. Nitekim İsrail, bölgedeki en büyük Arap müttefikini kaybetme tehlikesi ile yüzleşmektedir. Mübarek’in düşmesi durumunda, yerine gelecek olan yeni hükümetin İsrail’e göre Camp David anlaşmasını sürdürüp sürdürmeyeceği belirsizdir. Öte yandan İsrail’in güney sınırları bu durumda tehlike altına girecektir. Mısır’daki rejim değişikliğinin Filistin-İsrail sorunu üzerinde de etkili olacağı söylenebilir. Yeni rejimin Mısır-Gazze sınırını açması ihtimali, Hamas’ın hâkim olduğu bu bölgenin İsrail’in kontrol edemeyeceği bir yer haline gelmesi anlamına gelecek, Filistin Yönetimi’nin El- Cezire kanalının yayınlamış olduğu belgelerden dolayı düşmüş olduğu zor durumla birleşince Hamas’ın elinin güçlenme olasılığı yükselecektir. Hamas’ın Filistin Yönetimi’ne alternatif olması, İsrail’in çıkarına değildir. Çünkü İsrail Hamas’ı barış için bir partner olarak değil, kedisinin var olma hakkını reddeden terörist bir örgüt olarak tanımaktadır. Müslüman Kardeşler her ne kadar Mısır’daki ayaklanmaların tetikleyicisi, lideri değilse de, Mübarek’in düşmesini takip edecek seçimlerde iktidara gelmesi ihtimal dâhilindedir. (El-Baradey’in bir milli birlik hükümeti kurmak için Müslüman Kardeşler ile müzakere sürdürdüğü söylenmektedir.) İsrail İslami eğilimli her hükümetin kendisine karşı radikalleşme ihtimalini göz önünde bulunduracağından, Müslüman Kardeşler’in iktidar olduğu bir Mısır’ı potansiyel tehdit olarak algılayacaktır.
Şu an için, Mısır’ı ne beklediğini söyleyebilmek güç. Ancak, eski durumuna geri dönemeyeceği bir gerçeklik halini almış durumda. Tunus’ta başlayan olayların Mısır’a ve Yemen’e sıçraması Ortadoğu’da değişim rüzgârlarının estiğini düşündürüyor. Bu olayların bölgeyi kaosa da sürüklemesi mümkün, olumlu sonuçlar doğurması da. İsrail açısından bakıldığındaysa, hükümet var gücüyle bir kez daha statükoyu korumaya çalışacaktır. Mısır’daki rejimin değişmesi İsrail’in milli güvenlik çıkarına aykırıdır. Dengelerde kaydedilecek bir değişiklik, İsrail’i büyük sorunlarla baş başa bırakmaya gebedir.
Tasam Uzmanı Tuğçe ERSOY ÖZTÜRK
Kuzey Afrika’nın istikrarlı ülkelerinden biri olarak bilinen Tunus’ta işsizliği ve hayat pahalılığını protesto etmek amacıyla başlatılan protestolar, ülkede şiddet olaylarını beraberinde getirirken, söz konusu olaylarda can kayıplarının artması ve şehir merkezlerinde sokağa çıkma yasağının ilan edilmesi dikkatlerin bu ülke üzerinde toplanmasına neden olmuştur.
17 Aralık’ta protestocularla emniyet güçleri arasındaki çatışmaların sonucunda üniversite mezunu işsiz iki protestocunun ölümünün ardından halkın önemli orandaki desteği sonucu olayların büyümesiyle ölü sayısının 50’yi aştığı belirtiliyor.[1]
Şiddetin, ülkenin birçok bölgesine sıçramasının ardından Başbakan Mohamed Ghannouchi, İçişleri Bakanı Rafik Belhaj Kacem’in görevinden alındığını ve istikrarın sağlanmasının ardından gözaltına alınan protestocuların serbest bırakılacağını duyurdu. Buna karşın, protesto gösterilerinin devam etmesi ve şiddetin başkent Tunus’a ulaşması üzerine askeri birliklerin söz konusu bölgeye sevk edildikleri görülmektedir.
Devlet Başkanı Zine el Abidine Ben Ali de çatışmaların yayılması üzerine yaptığı halka sesleniş konuşmasında ek istihdam yapılacağı konusunda teminatta bulunmuştur.
Tunus Devlet Başkanı Zine el Abidine Ben Ali
Özellikle ülkedeki genç işsizler için istihdam fırsatlarının oluşturulmasına öncelik verilmesi, beklentilerin tam olarak karşılanması bakımından gerekli bir unsurdur.
Birleşmiş Milletlerden yapılan açıklamada ise güvenlik güçlerinin protestocular üzerindeki orantısız güç kullanımına dikkat çekilirken, temel hak ve özgürlüklerin bu denli kısıtlanmasının doğru olmadığı belirtildi. Ayrıca Tunus hükümetinin olaylar sonrası yaşanan can kaybı konusunda vermiş olduğu rakamların gerçeği yansıtmadığı ve söz konusu durumun, ülkedeki barış ve istikrar açısından ciddi bir sorun teşkil ettiği bildirildi.[2]
Barack Obama Yönetimi de ülkenin içinde bulunduğu istikrarsızlık ortamının büyük bir tehdit unsuru oluşturduğunu, ancak buna karşın uygulanan şiddetin de kabul edilemez bir boyuta ulaştığını, Tunus Yönetimi’nin krize barışçı ve kalıcı bir çözüm getirmesi gerektiğini bildirmiştir. Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ise ABD’nin söz konusu krizde herhangi bir tarafta yer almayacağını ifade etmiştir.
Tunus’ta yaşanmakta olan karmaşanın, 2014 yılında Cumhurbaşkanlığı’na aday olmayacağını açıklayan Ben Ali Yönetimi’ne duyulan güveni önemli ölçüde sarstığı, ancak buna karşın ülkede halen ciddi bir muhalefetin eksikliğinin dikkat çektiği ve söz konusu eksikliğin de kısa sürede giderilmesinin mümkün görünmediği yönünde değerlendirmeler yapılmaktadır.
Benzer şiddet olaylarının yakın zamanda Batı destekli bir başka Arap ülkesi olan Cezayir’de de görülmesi, komşu ülkeleri de oldukça tedirgin etmektedir. Yakın zamanda El Kaide tarafından yapılan resmi bir açıklamada protestoculara gereken tüm desteğin sağlanacağı bildirilmiştir.
Tunus başta olmak üzere bölgedeki diğer ülkelerin de vatandaşlarının özellikle istihdama ilişkin taleplerine yanıt verebilmeleri, söz konusu ülkelerde istikrarın sağlanması ve radikal grupların da etkinliklerinin kısıtlanması bakımından önem arz etmektedir.