24 yıllık uzun bir sürecin ardından ilk çok partili ve aynı zamanda oldukça tartışmalı olarak nitelendirilebilecek seçimlerin gerçekleştirildiği Sudan’da ülkenin önde gelen gazetelerinden Sudan Tribune, Ulusal Kongre Partisi (NCP) ile Güney Sudan Halkı Özgürlük Hareketi’nin (SPLM) seçim sonuçlarını kabullendiklerini duyurdu.1

Geçtiğimiz Salı Günü iki partinin temsilcileri arasında Juba kentinde yapılan görüşmeler olumlu geçerken, her iki taraf da birkaç gün içinde açıklanacak olan nihai sonuçları kabullenecekleri konusunda teyitte bulundular.

Buna göre seçimlerin zaten en büyük favorisi olan Ömer El- Beşir’in Ulusal Devlet Başkanı olarak görevinin başında kalması kesinleşti. SPLM Başkanı Salva Kiir ise Ulusal Devlet Başkanı Birinci Yardımcısı ve yarı özerk Güney Sudan Hükümeti Başkanı olurken, aynı zamanda ülkenin yerel ve ulusal meclis üyeleri ile yerel yöneticileri de belirlenmiş olacak.2

Buna karşın söz konusu seçimler, birçok nedenden dolayı çeşitli tartışmaları da beraberinde getirdi. Özellikle seçmenlerin %70’inin okur- yazar olduğu faktörü göz önünde bulundurulduğunda, seçim sistemindeki karmaşıklıkların ciddi sıkıntıları beraberinde getirmesi kaçınılmaz olmuştur.3 Bir diğer sorun ise ülkenin güneyindeki iletişim altyapısının eksik olmasından kaynaklanmıştır. Ülkenin güneyinde yağışların hayli yoğun olduğu bir dönemde seçmenler, zor şartlar altında sandık başına gitmek zorunda kalmış; birçok seçmen, isimlerini listelerde bulamazken, bazı yerlerde de seçimler için gerekli materyaller, seçim merkezlerine geç ulaşmış ve nitekim SPLM’nin itirazları üzerine söz konusu bölgelerdeki seçimler iki gün daha uzatılmıştır.

Darfur’daki siyasi partiler, Sudan Yasaları’nın bölgedeki silahlı çatışmalar nedeniyle söz konusu partileri seçim dışında bırakmasından dolayı seçimlerde yer alamazken, birçok aday ise 15.000 olan destek imzasını toplayamadığından seçimlerin dışında kalmıştır.

Öte yandan Afrika Birliği, Avrupa Birliği, Arap Ligi, Çin H. C., Rusya Federasyonu ve Japonya’nın yanı sıra ABD’li düşünce kuruluşu Carter Merkezi’nin de temsilcileri seçimlerde gözlemci olarak bulunurken, çok sayıda seçim gözlemcisi de yasa dışı faaliyetlerde bulundukları gerekçe gösterilerek kovulmuştur.
Muhalefet partileri, iktidardaki Ulusal Kongre Partisi’ni yıldırma politikası uygulamakla ve gece yarıları ülkenin kuzey bölgelerindeki oy kutularını değiştirmekle suçlarken; söz konusu itham, bazı uluslararası seçim gözlemcileri tarafından da doğrulanmıştır. Carter Merkezi de seçimlerin çok sayıda sorun ve yetersizlikten ötürü uluslararası standartlara ulaşmadığını belirtirken, AB delegasyonunun da dâhil olduğu bazı dış gözlemciler, güvenlik sorunu dolayısıyla özellikle Darfur’daki delegasyonlarını geri çekmek zorunda kalmışlardır. Sudan Ulusal Seçim Komisyonu ise Carter Merkezi tarafından yayınlanan raporun kabul edilemeyecek bir rapor olduğunu açıklamıştır.
4

Buna karşın Arap Ligi, Afrika Birliği ve ülkedeki en büyük dış yatırımcı olan Çin H.C.’nin seçimlere ilişkin değerlendirmeleri olumlu yönde olmakla birlikte BM tarafından bu konuda henüz resmi bir açıklama yapılmamıştır. Bir diğer yandan Barack Obama Yönetimi ise özellikle geçtiğimiz on yıllık süreçte gerginleşen ABD- Sudan ilişkilerini yumuşatmak amacıyla daha yapıcı politikalar uygulamakta ve özel elçiler aracılığıyla doğrudan etkin ilişkiler kurmayı arzulamaktadır. ABD’nin özellikle El- Beşir Hükümeti ile gelecek Ocak ayında Güney Sudan’da yapılacak bağımsızlık referandumu konusunda birlikte çalışacağı yönünde söylentiler de gündeme gelmektedir.5

Bazı yerlerde seçimleri boykot kararı alan SPLM ise diğer muhalefet partileri tarafından seçimlere ilişkin tutumundaki çelişkiler ve Ulusal Kongre Partisi’nin yıldırma politikasına yeterli tepkiyi göstermediği gerekçesiyle eleştirilerin hedefinde yer alan bir diğer parti olmuştur.
2005 yılında imzalanan Kapsamlı Barış Anlaşması’nın da nihai hedefi olan Ulusal Kongre Partisi (NCP) ile Güney Sudan Özgürlük Hareketi (SPLM) arasındaki bir diğer ifadeyle Kuzey ile Güney arasındaki savaşın resmen sona ermesini ve uzlaşıya varılmasını çok önemli bir gelişme olarak değerlendirmek mümkündür. Buna karşın, gelecek yıl Güney Sudan’da yapılacak bağımsızlık referandumu öncesi Kuzey- Güney arasındaki sınırın kesin olarak belirlenmesi, bölgedeki petrol hâsılatının nasıl bölüşüleceği ve söz konusu bölgede yaşayanların hangi vatandaşlığa nasıl tabi olacaklarının belirlenmesi de en az referandumun sonucu kadar önemli hususlardır. Aksi takdirde referandum sonucu, yeni bir karmaşa yaratmaktan öteye gidemeyecektir.

Bugünlerde çeşitli gerekçeler öne sürerek uluslararası kamuoyunda seçim sonuçlarının meşruluk derecesini tartışmak bir yana söz konusu sürecin ardından yapılan seçimlerin, ülkedeki demokrasinin, barışın ve istikrarın tesisi açısından önemli bir kilometre taşı olduğu gerçeğini de geri plana atmamak gerekmektedir ki, çok sayıda gözlemci de iki parti arasında varılan mutabakatı, Sudan’ın geleceği açısından kritik bir adım olarak nitelendirmektedir.

TASAM Afrika Koordinatörü Ufuk TEPEBAŞ

1https://www.sudantribune.com/spip.php?article34830Güney Sudan’daki her seçmen; Ulusal Devlet Başkanlığı, Güney Sudan 2Hükümeti Başkanlığı, Hartum’daki Ulusal Meclis, Juba’daki Güney Sudan Parlamentosu’nun yanı sıra yerel seçimler de dahil olmak üzere toplam altı oy kullanmıştır.
3Hartum’daki Ulusal Meclis, Juba’daki Güney Sudan Parlamentosu ve Devlet Yasama Meclisi için verilen oylar üç bölüme ayrılmaktadır. Buna göre, üyelerin %60’ı coğrafik bölge esaslı çoğunluklu seçim sistemine göre bölgesini temsil ederken, %25’i devlet düzeyinde parti listelerindeki bayan vekillerden nispi temsil sistemine göre, %15’i ise devlet düzeyinde parti listelerinden yine nispi temsil sistemine göre belirlenmektedir. Ayrıntılar için bkz. https://nec.org.sd/new/english/fact_sheet/3.pdf
3 Seçimlerdeki 12 Devlet Başkanı adayının 10’u bir siyasi partiye mensupken, 2’si bağımsız aday olarak yarışmıştır. Ayrıca söz konusu 12 adaydan yalnızca biri bayan olmuştur. Adaylar hakkında detaylı bilgi için bkz. https://nec.org.sd/new/english/tr/trse.pdf

4https://nec.org.sd/new/english/details.php?rsnType=1&id=57

5https://allafrica.com/stories/201004210010.html

1986’dan sonraki ilk çok partili seçimlere hazırlanan Sudan, bir yandan 22 yıl süren savaşın yaralarını sarmaya çalışırken, diğer yandan ülkede demokrasinin tesis edilmesi konusunda önemli bir dönemeçte bulunmaktadır.

Uzun süreli iç savaş, 9 Ocak 2005’deki Kapsamlı Barış Anlaşması (CPA) ile sona ererken, ülkenin kuzeyindeki Müslümanlar ile güneyindeki Hıristiyanlar yeniden bir araya gelmeye başlamışlardır.1 Bahsi geçen barış anlaşması, bu türden çok partili seçimlerin yanı sıra 2011 yılının Ocak ayında Güney Sudan’ın kendi geleceğini belirleyeceği referandumun gerçekleştirilmesini öngörmektedir. Öte yandan bu barış anlaşmasına ilişkin olarak Sudan’da sürdürülebilir ve kapsamlı bir barış ortamı tesis etmekten ziyade, daha çok kısa vadede şiddeti sona erdirmeye yönelik bir ateşkes değerlendirmesi yapılmaktadır. Dolayısıyla kalıcı barışın tesisi açısından Birleşmiş Milletler (BM) ve Afrika Birliği başta olmak üzere donör ülkelerin ve IGAD gibi bölgesel kuruluşların koordinasyon halinde barış sürecini desteklemeleri, yine Sudan’a komşu ülkelerin bu süreçte aktif rol oynamaları gerekmektedir.2

Buna karşın Sudan’ın yakın geçmişteki ve günümüzdeki durumunu kıyaslamak suretiyle bir değerlendirme yapmak, söz konusu ülkenin yaşadığı acı tecrübeler konusunda bizlere daha net bir fikir verecektir. Eski bir Büyük Britanya sömürgesi olan Sudan, 1956 yılında bağımsızlığını kazandığı tarihten itibaren çatışmaların eksik olmadığı, ciddi istikrarsızlıkların görüldüğü bir kıta ülkesi olarak bilinmektedir.
Sudan’ın en değerli kaynağı olarak bilinen petrolün yanı sıra en verimli tarım alanları, ülkenin güneyinde bulunmakta, ancak günümüzde de olduğu gibi Hartum’daki hükümeti ağırlıklı olarak Arap kökenli vatandaşların oluşturduğu bilinmektedir. Buna karşın, Güney Sudan Halkı Özgürlük Ordusu (SPLM), iç savaş süresince Etiyopya üzerinden SSCB ve Küba’dan destek alırken; Uganda, Libya ve Mısır gibi kıta ülkelerinin de ulusal çıkarları gereği hareket alanlarını genişletmeye ve Kuzey Sudan’ın zayıflatılmasına yönelik olarak SPLM’yi destekledikleri görülmüştür.

Günümüzde ise özellikle ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi küresel güçlerin soruna doğrudan müdahil oldukları bilinmektedir. Yakın dönemde Darfur’da ortaya çıkan çatışmalar, dikkatleri bu bölge üzerinde yoğunlaştırırken, 2008 yılında Japonya’da gerçekleştirilen G-8 Zirvesi’nde Sudan Hükümeti üzerindeki baskının arttırılması konusunda uzlaşı sağlanmıştır. Ayrıca Uluslararası İnsan Hakları Mahkemesi’nin Devlet Başkanı Ömer El- Beşir hakkında Darfur’da soykırım yaptığı ve bunun için yargılanması gerektiği yönünde almış olduğu karar ve ardından El- Beşir’in Darfur’da yardım yapan grupları farklı amaçlara hizmet ettikleri gerekçesi ile bölgeden kovması, dünya kamuoyunda yankı uyandırmıştır. Aslında Darfur Sorunu, dinsel farklılıklardan ziyade etnik ve kültürel farklılıkların yanı sıra siyasi ve ekonomik çıkarların çatışmasının bir sonucudur. Darfur’da çatışan taraflar Müslüman olmakla birlikte sorun, tarafların Arap olup- olmamasıyla ilişkilidir. Bilindiği üzere ABD, bölgedeki ulusal çıkarları gereği El- Beşir yönetimine karşı yıllardır oldukça katı bir politika izlemekte ve özellikle Tanzanya ile Ruanda üzerinden Çin Halk Cumhuriyeti’nin son dönemde Sudan’da uygulamakta olduğu aktif politikaları dengelemeyi amaçlamaktadır. Yakın dönemde Afrika’ya yönelik kapsamlı ziyaret programları, kıtada sürdürülebilir politikalar izlenmesi ve etkinliğin daha da arttırılması düşüncesinin açık bir göstergesi iken, Afrika’ya yakın ilgi duyan diğer dış güçlere de mesaj niteliği taşımaktadır.3 Buna karşın Çin H. C.’nin her geçen gün Sudan’la güçlenen ekonomik ve siyasi ilişkilerinin yanı sıra uluslararası kamuoyu önünde Sudan Hükümeti’ne olan desteğini açıkça deklare etmesi dikkat çeken konuların başında gelmektedir. AB’nin resmi politikası ise Sudan Hükümeti ile daha yakın bir diyalog kurulması yönündedir.

BM’nin de desteği ile 17.000’i kuzeyde, 7.000’den fazlası da güneyde olmak üzere 24.000’in üzerinde güvenlik görevlisi seçimlerde görev yapacaktır.4 Ayrıca Avrupa Birliği (AB) de genel seçimler dolayısıyla ülkede bir seçim gözlem heyeti bulundurma kararı almıştır.

24 yıllık aradan sonra 11- 13 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirilecek Devlet Başkanlığı ve Parlamento seçimlerinde yüz binlerce seçmenin isimlerinin seçmen listesinde bulunmadığı iddiaları sıkça dile getirilirken, adil bir seçim ortamının bulunmadığı gerekçesiyle yaklaşan seçimler öncesi ülkedeki birçok siyasi parti ve uluslararası seçim gözlemcileri de söz konusu seçimlerin ertelenmesi gerektiği yönünde görüş bildirmektedirler. Devlet Başkanı El- Beşir ise seçimlerin belirlenen tarihte yapılacağını belirterek, yabancı gözlemcileri uyarmış ve bu türden açıklamaların Sudan’ın içişlerine müdahale anlamına geldiğini ve bunlara asla taviz vermeyeceklerini ifade etmiştir.

Devlet Başkanı El- Beşir, Güneyli eski isyancıların seçimlere katılmayı reddettikleri takdirde, Güney’de bir referandumun da gerçekleşmeyeceğini ve Sudan Hükümeti olarak ulusal seçimlerin ertelenmesine yönelik teklifleri asla kabul etmeyeceklerini bildirmiştir.5 Ülkede isyancı grup olarak bilinen Güney Sudan Halkı Özgürlük Ordusu (SPLM) da seçimlerin özgür ve adil bir seçim olmayacağı yönünde bir açıklama yaparken, El Beşir ile görüşerek yaklaşan seçimlerin uygunluğunu tartışacaklarını belirtti.

Afrika kıtasının en geniş topraklarına sahip ülkesinde söz konusu seçimlerin başarıyla gerçekleştirilebilmesi ve yapıcı diyaloglar çerçevesinde mevcut sorunların barışçıl yollarla çözüme kavuşturulabilmesi, aynı zamanda kıtanın istikrarını da olumlu yönde etkileyecektir.

1 Ülkenin kuzeyinde bulunan Müslümanlar, etnik açıdan Arap kökenlidirler. Güney Sudan’da ise Hıristiyanların yanı sıra animistler de bulunmaktadır.
2 Ufuk Tepebaş, Büyük Güçler ve Afrika: “21. Yüzyılda Çok Boyutlu Afrika Rekabeti”, TASAM Yayınları, 2010, s.69
3 Tepebaş, s.97
4 https://allafrica.com/stories/201003290002.html
5 https://www.africanews.com/site/Sudan_Bashir_threatens_referendum/list_messages/30951


TASAM Afrika Enstitüsü Koordinatörü Ufuk TEPEBAŞ’ın kaleme aldığı BÜYÜK GÜÇLER VE AFRİKA “21. Yüzyılda Çok Boyutlu Afrika Rekabeti” adını taşıyan kitap TASAM yayınları tarafından yayımlandı. Afrika Enstitüsü Serisi’nin altıncı kitabı olarak yayımlanan eserin arka kapağında TASAM Başkanı Süleyman ŞENSOY şunları söylüyor “Asya’dan sonra hızlandırılmış bir kalkınma ve Pazar sürecine gireceği öngörülen Afrika, yüzyılın en önemli rekabet alanlarından biridir ve bu mücadelenin çıtası her geçen gün yükselmektedir. Bu çok boyutlu rekabette tarihi refransları ve bu günkü konumu itibarı ile Türkiye; hem geçmişte Afrika’da yaşanan büyük olumsuzlukların tekrar etmemesi için dengeleyici bir güç hem de Türkiye ve Afrika halklarının ortak paydasına her parametrede ilişki geliştirebilecek bir model ülkedir. Büyük emek ve araştırma ürünü olan bu kitabın, TASAM olarak uzunca bir süredir Afrika ile ilgili yürüttüğümüz önemli sürece ve sayısı mütevazı olan Türkçe yayımlanmış Afrika kütüphanesine kazandırılmasından ötürü çok mutluyum.”

Dışişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkan Vekili, Eski Lagos ( Nijerya) Büyükelçisi ve Avrupa Konseyi (Strasbourg) ve UNESCO (Paris) nezdinde Büyükelçi olan Numan HAZAR ise kitabın arka kapağındaki yazısında; “Afrika Kıtası, bir bütün olarak, stratejik açıdan önem taşımaktadır. Afrika sadece güvenlik açısından değil, aynı zamanda doğal kaynakları ve zenginlikleri bakımından da stratejik bir değere sahiptir. Zengin varlıklarına rağmen bugün yoksulluk içerisinde  yaşayan Afrika ulusları parlak bir geleceğe adaydır. Afrika’nın yoksulluklarını giderme, ekonomik ve sosyal açılardan gelişmesine yardımcı olma tüm dünya için bir görev olmalıdır. Afrika’nın taşıdığı bu önem, sadece gelişmiş ülkeler için değil, aynı zamanda yeni sanayileşmiş ülkeler açısından da bir rekabet ortamının oluşmasına sebep olmuştur.  Bilinen özellikleri ile uluslararası politikada yeni bir mücadele alanı olarak beliren Afrika kıtasında, tüm Afrika halklarının dostane duygular beslediği Türkiye’nin bu avantajlı konumundan yararlanarak Afrika ülkeleri ile ilişkilerini herhangi bir ideolojik yaklaşımdan uzak olarak en üst düzeye çıkarma çabaları anlamlıdır ve takdir edilmelidir. Bu  değerli çalışması dolayısıyla genç araştırmacı Ufuk TEPEBAŞ’ı yürekten kutluyorum.” demiş.

Büyük Güçler ve Afrika “21. Yüzyılda Çok Boyutlu Afrika Rekabeti” kitabı 1990 sonrası Afrika’nın bölge dışı güçler nezdinde ne derece büyük bir önem arz etmeye başladığını ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bu kapsamda, birinci bölümde Soğuk Savaş sonrası Afrika’nın genel profili incelenirken, kıtanın tarihinde kayıp süreçler olarak da adlandırılabilecek olan sömürgeciliğin ve Soğuk Savaş’ın günümüze yansımaları ele alınmakta, ekonomik ve sosyal kalkınmaya ilişkin göstergeler, gelecekte ulaşılması gereken hedeflerle mukayese edilerek ortaya konulmaktadır.

İkinci bölümde Afrika’nın Soğuk Savaş sonrası güvenlik sorunları araştırılırken; savaşların ve devletlerarası sorunların yanı sıra yeni güvenlik tehditlerine değinilmekte, yine uluslararası ve bölgesel kuruluşların çatışma çözümünde ve barışın tesisinde ne gibi roller üstlendikleri belirtilmektedir.

Çalışmanın üçüncü ve son bölümünde ise bölge dışı güçlerin, Afrika’ya yönelik politikaları ve söz konusu politikaların kıta ülkeleri üzerinde olumlu ya da olumsuz ne gibi etkiler oluşturduğu ve Afrika’nın bu süreçten ne tür kazanımlar elde edebileceği incelenmektedir.

Dünyanın en kozmopolit kıtası olarak nitelendirilebilecek olan Afrika, 100’den fazla ana etnik grubu, muazzam fiziksel ve siyasal farklılıkların yanı sıra insani çeşitlilikleri de bünyesinde barındırmaktadır. Ancak bölgede ortaya çıkan söz konusu farklılıkların ve çeşitliliklerin, bugüne kadar gelen süreçte kıta ülkelerine yansımalarının daha çok olumsuz yönde olduğunu ifade etmek mümkündür.

Afrika ülkeleri bağımsızlıklarını büyük oranda 2. Dünya Savaşı sonrası kazanmışlardır. Öte yandan Etiyopya ve Liberya’nın sömürge geçmişleri bulunmazken, Bostvana ve Mauritius daimi demokratik hükümetlere sahip kıta ülkeleridir. Ancak kıtada yer alan ülkeler, sahip oldukları zengin kaynaklarına, genç ve dinamik nüfuslarına karşın yoksuldurlar.

Binden fazla orjinal dilin ve beş ya da altı ikincil yaygın lisanın konuşulduğu kıta olan Afrika’daki 53 ülkenin 48’i Sahra altı olarak ifade edilen coğrafyada yer almaktadır. Sahra altı Afrika bölgesinde yer alan ülkelerin büyük çoğunluğu oldukça geniş topraklara sahiptir. Başka hiçbir kıtada bu kadar fazla ülke bulunmamaktadır. Öte yandan hiçbir kıta bu denli bölünmemiştir. BM Genel Kurulu’nda başka hiçbir kıtanın Afrika’nın sahip olduğu kadar temsilcisi bulunmamaktadır. Başka hbir kıta bu kadar fazla sayıda farklı etnik gruba ev sahipliği yapmamaktadır. Coğrafi eşitsizlik başka h bir yerde bu kadar yayılmamıştır. Başka hbir kıtada savaşlar sonucu Afrika’da olduğu kadar masum insan ölmemiş ve yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalmamıştır. Birbirinden farklı doğal kaynakların zenginliği açısından Afrika oldukça önemli bir konuma sahiptir, ancak buna karşın başka hiçbir kıtada bu kadar fazla insan günlük 1 doların altında gelirle yaşamak zorunda bulunmamaktadır. Başta HIV/AIDS olmak üzere başka hiçbir kıtanın etrafı bu kadar çeşitli ve ölümcül hastalıklarla kuşatılmamıştır.

Afrika’da Müslümanlık ve Hıristiyanlık gibi ana dinlerin yanı sıra eski inanç sistemlerinin de varlıklarını muhafaza ettikleri görülmektedir. Afrika; en fazla Hıristiyan nüfusun yaşadığı kıta olmasının yanı sıra Orta Doğu’dan sonra en fazla Müslümanı bünyesinde barındırmaktadır.

Afrika ülkeleri geçmişte olduğu gibi günümüzde de büyük oranda ortak bir kaderi paylaşmaktadırlar. Bunları; etnik şiddet olayları, büyük çaplı savaşlar ve sosyo- ekonomik açıdan az gelişmişlik şeklinde sıralamak mümkündür. Bunda şüphesiz sömürgeciliğin önemli ve olumsuz bir etkisi bulunmaktadır. Avrupalılar ise üstün olarak kabul ettikleri kendi kültürlerini, Afrika’nın vahşi olarak nitelendirdikleri kültürüne karşı yaymayı bir vazife olarak kabul etmişlerdir.

Günümüzde Afrika kıtasından söz edilirken, kıtayı diğer kıtalardan ayıran öncelikli konular; Afrika ülkelerinin siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda içinde bulundukları sorunlardır.

Son dönemde, zengin doğal kaynakları ve kendini hızla geliştiren genç nüfusuyla Afrika’nın gerek gelişmiş gerekse gelişmekte olan ülkeler nezdindeki önemini güç geçtikçe arttırmaya başladığı görülmektedir. AB ile gerçekleştirilen Kahire ve Lizbon Zirveleri’nin yanı sıra ABD’li ve Avrupalı liderlerin üst düzey ziyaretleri, ekonomileri hızla gelişmekte olan Çin H.C. ve Hindistan gibi ülkelerin yakın dönemde gerçekleştirmiş oldukları ve gelecekte de belirli periyotlarda tekrarlanacak olan “Afrika Forumları” kıtaya verilen önemi gözler önüne sermektedir. Afrika, Türkiye’nin de son dönemde istikrarlı ilişkiler geliştirdiği bir kıta olup, çok taraflı dış politika anlayışının önemli bir göstergesidir.

Batılı Güçlerin, Afrika konusunda Doğulu Güçlere nazaran en büyük avantajları; dil, tarihsel, kültürel bağlar, bilgi bağlantıları, personel değişiklikleri olarak görülmekte ve söz konusu faktörler, özellikle ekonomik faaliyetlerde Batılı ülkelere göreceli avantajlar sağlamaktadır. Her ne kadar son dönemde Doğulu güçlerin de personel değişiklikleri konusunda önemli gelişmeler kaydettikleri görülse de söz konusu ülkelerin, bu konuda henüz Batılı güçlere ulaşabildiklerini ifade etmek güçtür. Buna karşın, ilk bakışta Doğulu Güçlerin Afrika’da sömürgeci geçmişlerinin bulunmaması kendileri açısından önemli bir artı olarak değerlendirilebilir. Ayrıca Doğulu Güçlerin, halen gelişmekte olan ülkeler olduklarını göz önünde bulundurduğumuzda söz konusu faktörün de bu süreçte Afrika ülkelerinin ihtiyaçlarının daha iyi analiz edilebilmesine olanak sağlayacağını ifade etmek mümkündür.

Diğer taraftan; kıta ülkelerinde devam eden çatışmaların durdurulması, eğitim ve sağlık alanındaki ihtiyaçların giderilmesi, demokrasinin ve şeffaflığın tesisi, ekonomik şartların iyileştirilmesi ve son dönemde yakalanan büyüme trendinin istikrarlı bir biçimde devam ettirilmesi ve Milenyum Kalkınma Hedefleri’ne ulaşılması açısından büyük bir önem arz etmekle birlikte, Afrika’nın makus talih ve tarihinin yakın dönemde değişebileceğine işaret etmektedir.

Özetle Afrika, sömürgeciliğin neden olduğu çok sayıda sorunun yanı sıra küreselleşmenin getirdiği olumsuzluklarla mücadele ederken, yakın dönemde birçok ülkenin dış politikasında büyük önem arz etmekte ve önemli bir “mücadele alanı” olarak görülmektedir. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında Afrika için uluslararası rekabette dengeleri değiştirebilecek bir kıta ifadesini kullanmak yanlış olmayacaktır.

Kitabın Bibliyografik Künyesi
Kitap Adı : Büyük Güçler ve Afrika “21. Yüzyılda Çok Boyutlu Afrika Rekabeti”
Yazar Adı  : Ufuk TEPEBAŞ – TASAM Afrika Enstitüsü Koordinatörü
Yayınevi  : TASAM Yayınları
Dili : Türkçe
Dizisi  : Afrika Enstitüsü Serisi; 6
ISBN  : 975-6285-47-3
Yayım Tarihi  : Mart 2010
Sayfa  : 144 sayfa
Fiyatı  : 8,00 TL

Murat BİLHAN

I was given the privilege and pleasure of chairing this discussion session. Before opening the floor for discussions and for your precious remarks about our theme “the desert and terrorism”, I would like to make some remarks of my own. But I would like to make one remark from the beginning which may be normally made at the end. I would emphasize that the fertile ground for terrorism is not in the physical desert, but the cultural desert.

Having said this, I have to open it up. Human beings are born with many vices, merits and demerits and among the demerits, there is the instinct of violence. This instinct is inherited by all human beings, totally independent from his gender, race, ethnicity, religion, region, climatic or topographic conditions, etc. This instinct is genetically endowed to human beings at their inception as babies when they were born as innocent, but wild creatures.

Now based on this fact, there are several turning points, or rather crossroads during our lifetime. Of course we may choose the right, or the wrong track at different times, which might influence our lives accordingly, but I think that the most important turning point is at the earliest age of a baby when he or she begins to talk, to imitate, to try to understand the environment, to recognize and appreciate and identify the good and the bad.

Instinctively he or she is born with an involuntary reflex of violence. Not with a specific intention, he crushes insects, he pulls the tail of the cat, he throws stones at the bird, he kicks the dog, simply he hurts, tortures, and kills other creatures, not necessarily to protect himself or herself, again not necessarily to punish or subdue any weaker creature, neither to take pleasure out of it. It is simply an objective instinctive reflex.

This is exactly the point where his training begins and this age is the initial critical crossroads, when he or she is vulnerably open to influences to choose his road. At such a scenario, if his parents convince him that hurting other creatures is wrong, for example by pinching him at the buttocks and make him cry with a harmless small pain, immediately after he steps on an ant and kills him, the baby may easily be made to know that this is wrong. Now his track to become a civilized person in life may start – albeit with continuous education and training patiently - and he may gradually learn to respect other’s rights to live and prepare himself to share this world equitably and with justice.

But if his father applauds him when he kicks the dog or kills a bird, and encourages him to follow the track of violence without controlling his instincts he will inevitably be convinced that what he does is right. This is the first legitimization of violence in his life. This will follow an escalation and spiral of violence; pretexts and justifications of which will be easily found. This will yield to endless cycles of violent incidents, maybe reaching up to murders. The father will beat the mother in front of the child, because the soup was cold, or else. The child will try to do the same even before he grows up because he is convinced that that is the right way to do it, to reach his aim by violent methods, especially if he sees that he gains by this method. You do not have to be poor, or rich for this kind of behavior. There is violence everywhere, at each social status, in every climate or topographic conditions, not excluding deserts.

Now, when we come to terrorism, we should ask the question whether violence equals terrorism. Not necessarily. But there is definitely an interrelationship. To be acquainted with violence is a first step to become a pitiless terrorist. This is exactly why educated people, as well as illiterate people may become terrorists. Terrorist may be a doctor, an engineer, a scientist, a lawyer, or anybody, but the worst terrorists are the ones, who use the state power to suppress and persecute innocent people of their own or others. I would not like to elaborate on that. Not only because of time restriction, but also because it will touch political and very sensitive chords which is beyond my intention.

In brief, terrorism maybe considered a higher and more sophisticated level of violence ever-escalating into more horrible levels, such as mass-killings, ethnic cleansing genocide, etc. pretexts used by terrorists are many, among them social injustice, foreign occupation, undeserved poverty, dictatorship, economic inequalities, corruption, revenge etc. None of these can explain a legitimate cause for terror. The only civilized way to encounter these various evils is rule of law, respect to human rights, accountable and transparent democracies.

Can we eradicate terrorism or even a simpler question: Can we control violence? I’m afraid, we have no other way, but to come to terms with violence at its very inception, to educate people to control their inherent tendency to violence and I see no other way. Police methods until now have proven wrong. Recently in Norway, which has the highest standards of living, as well as democracy, an old Turkish woman died of heart attack, because of negligence of the health services and this incident was followed by police brutality to her sons, who raised their voices protesting negligence. So we can say that even Norwegian police could use unjustified and unproportional violence out of rage. There are so many examples from all countries.

I want to use my time more economically not to exploit my opportunity of speaking first; I would like to come to our main topic of “desert” in my conclusive remarks.

I would like to mention that the term “desert” has multiple meanings and implications depending on what attributions are recalled. Seemingly, the desert being an open space, we have the impression that it is difficult to hide anything in it. It looks vulnerable and fragile against any kind of foreign surveillance. But in actual fact, it hides so many secrets. So in that sense, no one should doubt that it may hide terrorists and devices of terror also. Again I’m not going into details for the sake of time.

Some postulates and axioms, lead us to jump from conclusion to conclusion and bring us to some undesirable stereotypes in the minds of the extra regional international community about the nature of developments in the desert regions under consideration. To make this idea more clear, I must say that the word “desert” brings to mind simply the Islamic countries in general and the Arab countries in particular, although there are other deserts in other parts of the world also. Then follows the idea that the Islamic countries live in the desert and this kind of nomadic life imposes on them a way of thinking which is not in conformity with the modern life styles of the present day international community; this leads us further to think that people living in the desert are backward, far behind the contemporary requirements of educational and democratic standards, etc. This way of thinking inevitably draws a picture or a stereotype of a “Muslim” in the minds of the external world which is unfortunately negative.
How factual is this picture? And what kind of linkages with terrorism could be derived from that picture? Is a Muslim equals violence and hence affiliated with terrorism?
Before concluding that this is totally wrong and unjust, we should refute the allegations not with words, but with facts and evidences. Otherwise words will constitute simply baseless counter-allegations.
First I must underline that Islam is a religion, and just like all other religious, it has its common humanitarian aims and values with the others. In that sense it is not different from others like Judaism, Christianity and even Buddhism, Confucian ideas or even Taoism. They all profess the same good of human beings. But they better say than they do in promoting these noble ideas.
And I would like to underline that Islam should not be singled out as an exception. Inevitably, I come to the conclusion that religions have not been successful in uniting the humanity, contrary to what they have been originally and always claiming and paradoxically, they have all created their “others”. And these divisions have been continuing since the days of the Crusades. The divisions not only among different religions, but even within the religions themselves have been so deep that much blood has been spilled and even continues to be spilled now.
Having put so many controversial ideas in front of you to discuss, I think that I should stop here for a fair discussion. I would like to give the floor to you to listen to you with pleasure. And if you have any questions for my personal remarks, I shall be happy to answer. Thank you. Now I open the floor.

First symposium of the African Federation for Strategic Studies
Marrakech from January 28th to 30th 2010

Theme:   « Security in Africa: Challenges and prospects »

TASAM Africa Institute will fill a great gap in its field and light the way for Africa's future with its researches on social, economic, political and cultural issues. (Chairman of TASAM Süleyman ŞENSOY)