Doç. Dr. Ahmet Kavas

Doç. Dr. Ahmet Kavas, TASAM Bahar Konferansları kapsamında 15 Nisan 2006 Cumartesi günü TASAM konferans salonunda "Osmanlı-Afrika İlişkileri" sunumu

İspanya’da henüz yurtlarını terk edemeyen milyonlarca Müslüman nüfus vardı. Hrıstiyan olmaları ya da ölümü tercih etmeleri dışında bir de bilmedikleri coğrafyalara taşınmaları söz konusuydu. 1609’da Endülüslü son Müslüman kafilesi Osmanlılar tarafından buradan alınıp Kuzey Afrika sahillerindeki şehirlere yerleştirilene kadar acı çekmeye devam edeceklerdi.

Portekizliler adına Vasco da Gama Afrika’nın Batı sahillerinden güneye doğru inerek 1497 yılında Ümit Burnu’nu dolaşarak Mozambik adası önüne geldi. O dönemde buradan Somali’ye kadar uzanan Doğu Afrika sahil şeridinde kırka yakın şehir devleti vardı ve buralarda yaklaşık sekiz asırdır devam eden Müslüman idarecilerin kurdukları hanedanlar hüküm sürüyordu. Bölgenin zenginliğinin farkına varan Portekizler derhal buraya donanma sevk etmeye başladılar. İlk donanma 1505 yılında Güney Afrika sahillerini geçerek Doğu Afrika’da Mozambik’ten başlayarak bugün Tanzanya’nın güneyindeki Kilve Sultanlığı, Kenya sahilindeki Mombasa Sultanlığı, Somali’nin başkenti Makdişu’yu ve diğer şehirlerle onlara bağlı yerleri topa tutarak Kızıldeniz’e girdiler. 1517 yılına gelindiğinde Portekiz donanması Memlûk donanmasını da yenerek Cidde önlerine kadar gelmişti.

İşte böylesine bir dönemde İslam dünyasının en güçlü iktidarına sahip Osmanlılar Afrika’nın Kuzey bölgesinde İspanyol işgallerine, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’nda ise Portekiz istilasına karşı Müslümanların imdadına yetiştiler. Önce Mısır’da artık bu saldırılara karşı direnme gücü kalmayan Memlûk idaresine son vermeleri gerekti. 1517 yılında önce Mısır’ı alır almaz Kızıldeniz’deki Portekizliler’i Cidde’den uzaklaştırmaları gerekti. Çünkü her an Mekke ve Medine’ye bir saldırı düzenlemeleri söz konusu idi. Osmanlı idaresine geçen Memlûk donanması derhal yeni birliklerle ve gemilerle takviye edilerek Portekizliler üzerine gönderildi. Kızıldeniz’den çıkarılan Portekiz donanması Hint Okyanusu’nda da takip edildi. Ancak Hint Okyanusu’nu esir aldıkları Arap denizcilerden avuçlarının içi gibi öğrenen Portekizliler bölgeyi çok iyi biliyorlardı. Osmanlılar böylesine bir donanma ile 16. yüzyıl boyunca mücadele etmek zorunda kaldılar. Bir ara Yemen Valisi Hasan Emir Ali Bey komutasında küçük bir filoyu bugünkü Kenya’nın Mombasa limanına gönderdi ve 1585 yılında burası alındı. Kısa zamanda bir Osmanlı kalesi de inşa edilen limanı kaybeden Portekizliler kral naibi tarafından idare edilen Hindistan’ın Goa limanındaki donanmasını buraya sevk ederek 1589 yılında Mombasa’yı tekrar Osmanlılar’dan aldılar. Fakat Hint Okyanusu’nun bu bölgesindeki Müslümanların Osmanlılarla o tarihlerde başlayan ilişkileri 20. nci yüzyılın başlarına kadar devam etti. Hatta ilişkilerin iyi olduğu dönemlerde Somali’nin başkenti Makdişu’da Osmanlı padişahları adına para bastırıldığı bilinmektedir.

Kuzey Afrika’ya iyice yerleşen İspanyol istilası karşısında çaresiz kalan yerli halk Akdeniz’de kendi başlarına hareket eden Türk denizcilerinden yardım istemekteydiler. Oruç Reis ve kardeşleri bu çağrılara cevap verdiler. Yavuz sultan Selim’in Mısır’ı ele aldığı dönemde onlar da Fas sınırına yakın Batı Cezayir’de İspanyollara karşı büyük bir savaşın içine girdiler. Onların bu dönemde başlattıkları mücadele giderek güçlendi ve önce Cezayir’in önemli sahil şehirleri, ardından Tunus ve en son Trablusgarp 1551’de İspanyol işgalinden kurtarıldı. Tunus bir ara tekrar İspanyol işgaline uğramışsa da 1574 yılından 1881 yılında Fransa tarafından himaye adı altında işgal edilene kadar Osmanlı idaresinde kaldı.

1510’lu yıllarda bugün Libya devletinin başkenti olan Trablusgarp şehrini alarak Müslüman ahali üzerinde büyük bir kıyım uygulayan İspanyollar’dan kaçabilen Müslümanlar buraya yaklaşık 50 km. mesafedeki Tacura şehrine sığınmışlardı. Aralarından seçtikleri bir heyeti buradan İstanbul’a gönderdiler. Sarayburnu’na çıkan Trablusgarplı Müslümanlarla sarayda bulunan ağalardan Murad Ağa onların konuştukları lehçeyi kolay anladığında emrine verilen bir donanma ile derhal Tacura’ya gönderildi. Onun yerli ahali ile yaptığı dayanışma sonucu Osmanlı donanması 1551 yılında Trablusgarp şehrini İspanyollar’dan adlı. Dönemin güçlü denizcileri Barbaros Hayreddin Paşa ve Turgut reislerin gayretleriyle bütün Kuzey Afrika sahilleri istiladan kurtuldu. Bundan böyle hem Doğu Afrika’da, hem de Kuzey Afrika’da bir Osmanlı güveni vardı.

1912 yılında İtalyanlarla İsviçre’nin Ochy (Öşi) anlaşması imzalanana kadar geçen tam dört asır boyunca Osmanlılar Afrika’da çok geniş bir alanı idareleri altına almışlardı. Bu bölgede zamanla beş ayrı eyalet kurdular. Bunlar Mısır, Trablusgarp, Tunus, Cezayir ve Habeş eyaletleriydi. Bunlar içinde ilk kaybettiği eyalet Cezayir olup 1830 yılında Fransızlar tarafından işgale edildi. Tunus himaye adı altında 1881 yılında Fransa tarafından işgal edilirken, Mısır 1882’de İngilizler’in işgaline uğradı. Habeş eyaleti ise daha ziyade Kızıldeniz sahilinde bazı noktalarda Osmanlı idaresinde kalmaya devam etti. İtalyanlar ise 1911 yılında Trablusgarp’a saldırdılar ve 1912 yılında yapılan anlaşmayla Osmanlılar Afrika’daki son topraklarını da geride bırakarak çekildiler.

Afrika’nın iç kısımlarıyla münasebetler de 16. yüzyılın ikinci yarısında Trablusgarp eyaletinin güneyindeki Fizan sancağı üzerinden kuruldu. Çad Gölü çevresinde yer alan tarihî sultanlıklardan Darfur, Vaday, Bagirmi, Kânim-Bornu, Kano, Sokoto, Hevsa devletleri ve Batı Afrika’da Songay ve Timbüktü Paşalığı Osmanlılar’la yakın münasebetler kurdular. Bu hanedan devletleri ve sultanlıklar İstanbul’a elçilik heyetleri gönderirken Osmanlı Devleti de 20. yüzyılın başına kadar bu bölgelere kendi elçili heyetleri yollamaktaydı.

Osmanlılar’ın Afrika’nın Kuzey ve Doğu sahillerine ayak basmaları bu kıtayı Endülüs’e benzetmeyi arzulayan Avrupalılar’ın karşısında büyük bir engel teşkil etti. Yerli halk yurtlarını ellerinde tutarken kıtanın bu bölgelerinin sömürgeleştirilmesi en az dört asır geciktirilmiş oldu. Kıtanın Batı sahillerine gelince buralar 16. yüzyılın başında birer sömürge olmaya başladılar ve Portekizliler başta olmak üzere Hollandalılar, Fransızlar, İngilizler, İspanyollar, Danimarkalılar ve Almanlar kıyasıya bir mücadeleye girerek değişik iskeleler kurdular. İlk defa 1836 yılında İngiltere tarafından yasaklanana kadar Batı Afrika sahillerinden milyonlarca yerliyi köleleştirerek Amerika kıtasındaki sömürgelerine taşıdılar. Avrupalılar bir taraftan yeni dünya dedikleri Latin Amerika yerlilerini yok edip onların ellerindeki arazileri alıp buralara getirdikleri köleleri karın dokluğuna çalıştırıp elde ettikleri gelirleri Avrupa’ya taşıdılar. Ancak Osmanlı eyaletlerindeki bu emellerini 20. nci yüzyıla kadar bir türlü gerçekleştiremediler.

Amerika Birleşik Devletleri’nde köleliğin yasaklanmasından sonra bazı azatlı kölelerin gemilerle taşınarak getirildikleri Liberya’da kurdukları devlet ile Etyopya’nın bir kısmı hariç kıtanın tamamı işgal edilerek sömürgeleştirildi. Afrika kıtasında en büyük payı Fransa ve İngiltere aldı. Almanlar Namibya ve Tanzanya ile yetinmek zorunda kalırken İtalyanlar Libya, Eritre, Somali’nin bir kısmını, kısmen Etyopya’yı işgal ettiler. Yerleştikleri bu topraklarda yerli ahaliye her türlü eziyeti verdiler. Özellikle Fransızlar ve İngilizler ekilebilir arazileri halkın elinden alarak buralara Avrupa’dan getirdikleri çiftçileri yerleştirdiler. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı esnasında İngiltere ve Fransa Afrika sömürgelerinden zorla silah altına alıp eğittikleri yüzbinlerce askeri Avrupa’daki cephelere ve Osmnalı Devleti topraklarına sevk ettiler. Yine fabrikalarında ve madenlerinde, demiryolu inşaatlarında ihtiyaç duydukları istihdam gücünü de yine Afrika’dan karşıladılar. Yer altı kaynaklarını tamamen kendi çıkarları için kullandıkları gibi ekilebilir arazilerde de sadece Avrupalılar’ın ihtiyaç duyduğu ürünler yetiştirilmeye başlandı.

Osmanlı Devleti döneminde Afrika yerlilerinin özellikle dini inanışları olduğu gibi muhafaza edilirken kimse ne mezhep ne de din değiştirmeye zorlanmamıştır. Avrupalılar ise köleliği yasaklamaya başladıkları zaman bu defa Afrika yerlilerini buraya gönderdikleri binlerce misyoner vasıtasıyla Hrıstiyanlaştırmaya zorladılar. 20. yüzyılın başına kadar bütün Afrika’da 10 milyon civarında Hrıstiyan varken bugün kendi iddialarına göre 900 milyon nüfuslu kıtada 350 milyon Hrıstiyan vardır. Özellikle 21. nci yüzyıla girdiğimiz şu günlerde ise kıtada Müslümanlar üzerine büyük bir Hrıstiyanlaştırma kampanyası yürütülmektedir. Müslümanların yaşadıkları şehirlere, kasabalara, hatta köylere varana kadar kiliseler inşa edilmektedir.

Dinlerini değiştirdikleri Afrikalılar’ın dillerini de yasaklayan Avrupalı sömürgeciler kıta toplumlarını İngilizce, Fransızca, Almanca, Portekizce ve İspanyolca öğrenmeye mecbur kıldılar. Bugün kıta üzerinde resmi dili ana dili olan Etyopya dışında on kadar ülkede Arapça resmi dildir. Fakat onların bir kısmı İngilizce ve Fransızca ikinci resmi dildir.

Gelenekseli eğitime tamamen son verdikleri kıtada bugün 53 bağımsız ülke bulunmaktadır. Bunların içinde sadece Kuzey Afrika ülkeleri, Mısır, Sudan, Nijerya ve Güney Afrika Cumhuriyeti’de çok sayıda üniversite olup çoğunda en fazla iki/üç üniversite bulunmakta olup, bazı ülkeler ise 2000’li yıllara gelindiğinde ancak üniversite sahibi olabildiler.

Ekonomik bakımdan Osmanlı Devleti’nin Afrika’daki eyaletlerinden istifadesi daima sınırlı kalırken oraları elde tutabilmek için hem kendi öz insan kaynaklarını kullanmış, hem de oralardan alınan vergileri de yerli halka cami, medrese, köprü, liman ve okul gibi binalar inşa ederek hizmet olarak sunmuştur. Kuzey Afrika’ya gönderdiği gençler oraları zamanla yurt edinerek yerli kadınlarla evlenmişler ve onlardan doğan çocukları “Kuloğlu” adıyla bir sınıf oluşturdular. Bunlar eyaletlerin en seçkin insanları konumuna geldiler. Arap ve Berberi halkla Osmanlılar arasındaki iletişimin huzur içinde asırlarca devam etmesinde bunların etkinliği oldukça yüksekti. Genelde büyük şehir merkezlerinde bulunan Osmanlı askerlerinin ve memurlarının taşra bölgelerinde etkili olmaları zordu. Çünkü ne insan yapısında ve de adetlerine alıştılar. Oysa Kuloğlu denen sınıf hem asayişin temininde, hem de vergilerin toplanmasında büyük hizmette bulunmaktaydılar.
Doç.Dr. Ahmet Kavas

Stratejik Yorum No: 233

2005 yılını ekonomik bakımdan ABD, Japonya ve Almanya’nın ardından dördüncü büyük güç olarak tamamlayan Çin bu başarısıyla Fransa ve İngiltere’yi de geçmiş oldu. Bu inanılmaz yükseliş karşısında uzun yıllardır dünya ekonomisine hükmeden güçler büyük kaygı duymaya başladılar. Özellikle son yıllarda bütün gayretini Afrika ülkelerine yönlendiren Çin’in mevcut konumu yakın takibe alındı. ABD Kongresi 2005 yazı başında Çin’in Afrika üzerindeki nüfuzunu mercek altına alarak incelemek zorunda kaldı.

Dünyada dengelerin giderek saf değiştirdiği 2000’li yıllar şimdiden çok sıkıntılı bir geleceğin habercisi olmaya başladı. Çin ve hemen onu takip eden Hindistan kendi vatandaşları için ABD veya AB ülkeleri vatandaşlarının hayat seviyesini tutturma gayretlerini bu süratle devam ettirdikleri takdirde stratejistlerinin tahminlerine göre dünyanın enerji kaynaklarının üçte ikisine sahip olmaları gerekecek.

Avrupa’nın klasik sömürgecilik döneminin kapanıp yeni sömürgecilik düzeninin başlangıcı sayılan bağımsız devletlerin kurulduğu Afrika kıtası 20. nci yüzyılın ikinci yarısında tam bir cadı kazanına dönmüştü. Birbiri ardına sömürgeci devletler tarafından kendilerine bağımsızlıkları bahşedilen veya Cezayir, Etiyopya gibi ülkelerde olduğu gibi bir mücadele sonunda elde edilen müstakil devletlerde darbelerin ardı arkası kesilmedi. Bir taraftan İngiltere, Fransa, Portekiz, Belçika, İspanya ve İtalya gibi sömürgeci devletlerin tesirinden kurtulmaya çalışırlarken diğer taraftan Sovyetlerin baskın siyaseti karşısında yeni kurulan Afrika ülkeleri birer birer doğu blokuna yaklaştılar. İçlerinde sosyalizmi ve Marksist rejimi benimseyen ülkeler, direniş örgütleri türedi. 1990’lı yıllara kadar Avrupa sömürgeciliği karşısında geçmişin karanlık döneminden Sovyetlerin desteğiyle kurtulacaklarını zannettiler.

Sovyetler Birliği Afrika kıtası üzerinde o kadar güç gösterisine girdi ki bir taraftan Afrikalıları kendi evlerinde, diğer taraftan Moskova’da açtıkları ve adına bağımsız Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı olan Partice Lumumba’nın adını verdiler. Belçika sömürgeciliği karşısında bağımsızlık mücadelesi veren modern dönemin en önde gelen bu genç mücadele adamı bütün Afrika kıtasında bir sembol isim olmuştu. Onun adı Afrikalılar’ın kalbinde önemli bir yere sahipti. Üst üste yaşanan askeri darbelerin ardında hep Sovyetler’in parmağı vardı. Dünyanın iki süper gücünden birisi olan Sovyetlerin Afrika’ya o dönemdeki ilgisi bu insanlara acıdığından veya onları korumaya alması endişesinden kaynaklanmıyordu. Uluslararası alanda güçlü bir ekonomiye, siyasi desteğe ve bir kültür yayılmacılığına ihtiyacı vardı. Ne var ki, tam dört asır Afrika’dan elde ettikleriyle başta Rönesans olmak üzere yaşadıkları bütün değişimlerin etkisiyle dünya hakimiyetini tatmış olan Avrupa ülkeleri ve 19. ncu yüzyılın başında bu kervana katılan ABD’nin bu gelişme karşısında seyirci kalması mümkün değildi. Nitekim en fazla 30 sene süren Sovyetlerin özellikle Afrika macerası başta olmak üzere Latin Amerika ve Hint alt kıtasındaki girişimleri bizzat kendi hayatına mal oldu ve tarih sahnesinden silindi. Çünkü bu coğrafyaları iliğine kadar sömürmüş olan Avrupa kıtası ile onun yeni neslini oluşturan ABD Afrika kıtasına göz koyanın canına kast edecek kadar hırslı idiler.

İşte bütün bu tecrübeler ışığında şimdi Afrika’ya göz diken yeni bir süper güç olma yolunda ilerleyen Çin’in hamlelerine şahit oluyoruz. 2005 yılını %10’a yakın bir ekonomik büyüme hızına ulaşarak kapatmakla kalmamış aynı zamanda Japonya’nın önünde 875 milyar dolarlık döviz rezerviyle birinci sıraya yükselmiş bulunuyor.

53 bağımsız Afrika ülkesinin 46’sıyla diplomatik temsilcilik kuran Çin geçen yıllarda Tayvan’ın bağımsızlığını tanıyan 9 Afrika ülkesiyle kestiği ilişkilerini 2000’li yılların başında yeniden kurdu. Mesela Tayvan’ın bağımsızlığını tanıyan Fas Krallığı’na karşı Batı Sahra’nın bağımsızlığını tanıyarak cevap verirken bugün her iki ülke ortak karara vardılar ve Fas Tayvan’ın Çin’in bir parçası olduğunu kabul ederken, Çin de Batı Sahra’nın Fas’ın idaresinde olmasına rıza göstermektedir.

AB ülkeleri ve ABD’nin son yıllarda soğuk davrandığı ülkelerle yakın ilişki kurmakta bir sakınca görmeyen Çin kıtayı üç taraftan kuşatma altına aldı. Sudan’a karşı bütün uluslararası örgütlerin ve güçlü devletlerin tavır aldığı bir dönemde Çin elini uzattı ve bugün ihtiyacı olan petrolün %30’ununu temin ettiği Afrika ülkeleri arasında birinci sırayı bu ülke almaktadır. 1990’lı yılların sonunda Eritre ile Etiyopya arasında çıkan savaştan sonra bölgeden kaçan Anglosakson kimlik yatırımcıların yerini Çinli yatırımcılar aldı. Etiyopya’nın başkenti Addis Abeba’ya yerleşen Çinli yatırımcılar ilaç sanayinden altyapı ve diğer sktörşere el attılar. Yine 2002 yılında beyazlara ait çiftliklere el koyarak ciddi bir toprak reformuna girişen Zimbabve’nin çeyrek asırlık lideri Robert Mugabe’ye destek vermekte gecikmedi. Öyleki Avrupalılar bu ülkeden kaçarken onların yerini yüz küsur Çinli iş adamı ve binlerce Çinli işçi aldı. Ülkenin madenlerinden enerji kaynaklarına kadar, bozulan yollarını tamirden cep telefonu ağına varana kadar her alanda Çin damgası dört sene sonunda kendini gösterdi. Uzun yıllar savaşın yaşandığı ve ülke hazinesi adına hbir birikimin kalmadığı Ortaafrika Cumhuriyeti yine Çin’in yakından ilgi duyduğu en önemli ülkeler arasına girdi. Öyle ki IMF ve Dünya Bankası’nın kesinlikle yasakladığı herhangi bir ülkenin geleceğini ipotek altına alacak borçlandırma girişimi bizzat Çin tarafından pek çok Afrika ülkesi gibi Ortaafrika’da da uygulanmaya konuldu. Ülkede petrol bulabilirse işletme hakkını elde edebilmek için şimdiden bu alanda yatırım yapmaya başladı. Son aylarda Çad’da çıkan isyanın temelinde bu ülkede tespit edilen zengin petrol yataklarının bulunduğu artık herkesçe bilinmektedir. Önemli olan bu kaynakları ABD mi, yoksa buranın eski sömürgecisi olan Fransa mı işletecek. Çin burada da devreye girerek Sudan’daki bir işletmesinde çalışırken Çad’daki muhalif gruplardan birinin başına geçen kişiye yaptığı yardımlar netice vermiş ve isyancılar başkent N’Jamena’nın kapılarına kadar dayanmıştı.

Henüz Orta Afrika ve Batı Afrika bölgesinde birinci derecede yatırımlara ve ticaret hacmine sahip olan Fransa bu konumunu şimdilik muhafaza ederken Çin ABD ve İngiltere’nin buradaki gücünü solladı ve ikinci sıraya ulaştı. Nijerya dünyada petrol ihraç eden ülkelerin dokuzuncusu, Afrika kıtasında birinci ülke konumunda olup son yıllarda Çin bu ülkeye büyük yatırımlar yaptı. Eski bir petrol rafinerisinin yenilenmesi projesine milyarlarca dolar ayırırken bu ülkedeki başka bir petrol rafinerisine iki milyar dolar vererek %45 oranında hisselerine ortak oldu.

Mozambik’te, Fas’ta, Kenya’da, Tanzanya’da Gabon’da Ekvator Ginesi’nde, Seyşel Adaları devletinde, Yeşil Burun ada devletinde, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde, Senegal’de, Mali’de, Namibya’da, Angola’da ve Moritanya’da petrolden ziraata, orman işletmeciliğinden altyapı yatırımlarına varana kadar pek çok alana el atan Çin bu Afrika ülkeleiryle kurduğu ilişkilerinde hep kazanan taraf olmaya devam ediyor.

1996 yılında Çin devletbaşkanı Jiang Zemin’in yaptığı Afrika seyahatinden sonra bu sene 2006 yılı Nisan ayında yeni devletbaşkanı Hu Jintao ABD ve Suudi Arabistan’a yaptığı seyahatlerin ardından Fas, Nijerya ve Kenya’yı ziyaret ederek pek çok alanda ikili anlaşmalara imza attı. 2006 yılı başında ise Çin Dışişleri Bakanı Yeşil Burun, Senegal, Mali, Libya gibi ülkeleri dolaşarak Çin’in Afrika açılımını genişletmek için ikili görüşmelerde bulunmuştu.

Bütün bu gelişmeler geçmişte Sovyetler’in Avrupa ülkeleri ve ABD karşısında yaşadığı hızlı trendi tutturabilir mi, kalıcı olabilir mi? Elbetteki bunları ilerleyen yıllar gösterecek, ancak Afrika’ya bu kadar bağlı Batı dünyası Çin’in bu dolu dizgin ve yerine göre kural tanımaz ilerlemesine dur demezse kendi geleceğini de tehlikeye attığını gayet rahat görebilecek imkanlara sahip konumda bulunuyor. Çinliler Ortasya’da tarihin eski dönemlerinde Türk saldırılarını durdurabilmek için üç bin kilometrelik duvarı örmüşlerdi. Bakalım Afrika’da kim kime karşı duvar örecek. Afrikalılara Sovyetler örneğinde olduğu gibi büyük umutlarla yakalaşan Çin mi, kıtayı avuçlarının içi gibi tanıyan ve her imkanından sadece kendi adlarına sonuna kadar yararlanan ABD ve Avrupalı müttefikleri mi?

Doç.Dr. Ahmet Kavas

(14-16 Şubat 2007 tarihlerinde Fransa’nın Cannes şehrinde düzenlenen 24’üncü Fransa-Afrika Zirvesi dolayısıyla bir değerlendirme)

Afrika kıtasının önemi:
Toplam bir milyara yakın nüfusunun üçte ikisi 20 yaşın altında bulunan Afrika kıtası çağın en büyük siyasî oyunlarının merkezinde yer almaktadır. Son yıllarda sağlanan ortalama %5’lik gibi oldukça yüksek bir gelişme yaşanması bu kıtayı daha da önemli cazibe merkezi kılmaktadır. Halen yaşanan fakirliğin temelinde ise iktidarları ellerinde tutanların yediği rüşvetler etkili olurken, kıtadaki en yaygın hastalık olan AIDS de geniş kitlelerin sağlığını tehdit etmektedir.


Bugün dünya nüfusunun %13’ünün Afrikalılardan meydan gelmesi, Birleşmiş Milletlere üye ülkelerin dörtte birinin Afrika ülkesi bulunması önemli bir güç olduklarını göstermektedir. Sadece Fransa’nın dış ticaretinin %5’inin gerçekleştiği Afrika yeryüzündeki bütün madenlerin üçte birine sahip bulunuyor.


Bir türlü ekonomik kalkınmayı yakalayamayan kıta nüfusunun 300 milyon kadarının yıllık gelirinin günlük bir doların altında olması sadece Afrikalılar’ın suçu olmadığı gün gibi açıktır. Sözde bu yoksulluğa da çözüm bulmayı hedefleyen kıta dışındaki gelişmiş ülkelerin Afrika ülkeleriyle yaptığı devletadamları zirvelerinin ve belli ölçülerde yapılan insani yardımların göstermelik olduğu kanaati yaygındır.


Küreselleşme sürecinde dünyanın diğer bölgelerine göre büyük bir çelişki içine atılan Afrika oldukça önemli tabii kaynaklarına rağmen uluslararası ekonomik gücün sadece %2’ninden istifade ediyor. Oysa ki dünyada üretilen altının %79,2’si, elmasın % 76,6’sı, kobaltın % 75,5’i, platinin % 49’u, vanadyumun % 41’i ve uranyumun % 20,9’u bu kıtadaki madenlerden üretilmektedir.

Uluslararası ilişkilerde bir türlü paylaşılamayan kıta: Afrika


Afrika sahip olduğu imkanları sebebiyle hala gelişmiş ülkelerinin birinci derecede ilgi duydukları ve vazgeçemeyecekleri bir kıta olmaya devam ediyor. Sömürgecilikle birlikte bu kıtada yerinden oynatılan taşlar bir türlü eski yerlerine oturmadığı sürece bu durum uzun yıllar daha devam edecek gibi. Günümüzde ellerindeki her türlü imkânı kullanarak dünya siyasetine yön veren güç odakları geçmiştekinden daha fazla istifade ettikleri bu kıtanın geleceğini de şimdiden ipotek altına alma hesapları gütmektedirler. Tarihte hemen hemen hiçbir zaman kader birliği yapmadıkları Çin neredeyse koskoca kıtanın gündemini her gün meşgul edecek adımlar atıyor. Şimdiden Afrika ile ticaret hacmini 2010 yılında 100 milyar dolara çıkarmayı planlıyor. Bu kıtadan tam dört asır insan ticareti yapan Amerika Birleşik Devletleri sömürgecilik döneminde ve sonrasında pek ilgi duymadığı kıtayı bugün ülke ülke nüfuzu altına almak için son derece kararlı adımlar atıyor. Sovyetler Birliği’nin bu kıtada takip ettiği siyasî mirasına her ne kadar hakkıyla sahip çıkamamış olsa bile Rusya Federasyonu henüz kendini oyunun dışında kalmış görmüyor. Adeta güçlü rakiplerinin öncelik verdikleri niyetlerinin biraz ortaya çıkmasını bekliyormuş gibi biraz geri planda kalmaya çalışıyor.

20. yüzyılın başında Afrika’daki önemli işgal faaliyetlerini tamamlayarak koskoca kıtayı adeta ortadan ikiye bölerek yaklaşık yarım asır tam bir sahiplenme ile bütün dünyaya kapatan İngiltere ve Fransa ise bugünkü güçlerinin temelinde buradan elde ettiklerinin yattığını inkar etmiyorlar. Fakat sömürgecilik döneminde yaptıkları da unutulacak gibi olmadığı için fazla ön planda durmamaya özen gösteriyorlar. Yine de en büyük güvenceleri bu eski sömürgelerine zorla kabul ettirdikleri başta dilleri olmak üzere kültürlerinin etkisinin hala tüm canlılığıyla devam etmesidir. Çünkü Afrika’ya kendileri dışında kim ilgi duyarsa karşısında ya Fransız kültürünün veya İngiliz kültürünün tesirinde yetişmiş devlet adamlarını buluyor. Bu arada kıtada bağımsızlıkların elde edilmesinin ardından İngiltere ile Fransa arasında kıyasıya bir şekilde birbirlerinin eski sömürgelerine daha fazla alaka gösterildiği dönemler oldu. Zaten Fransa Afrika’da sadece eski sömürgelerini muhatap almadığını, 53 ülkenin tamamına ilgi gösterdiğini her fırsatta dile getiriyor.

Dünya siyasetine ve ekonomisine yön veren güçlü ve gelişmiş ülkeler Afrika konusunda kıyasıya bir rekabet içerisinde olsalar bile yine de bunu bir kavgaya dönüştürme niyetinde değiller. Çünkü bu kıtanın herkese yetecek imkânlara sahip olduğu kanaatindeler. Kaldı ki bu durumu Afrika’da herkese yer olduğu ve kimsenin bir başkasının yerini almayacağı şeklinde özetliyorlar.

Fransa-Afrika Zirvesi:


14-16 Şubat 2007’de Fransa’nın Cannes şehrinde 24. Fransa-Afrika zirvesi gerçekleştirildi. Bu zirve bir bakıma görevini tamamlamak üzere olan Jacques Chirac’ın kıta ülkeleriyle son buluşması olarak algılandı. Böyle olduğu için de ne Fransız basınında, ne de dünya medyasında mesela Çin devletbaşkanı Hu Jintao’nun Afrika gezisi kadar yankı bulmadı. Hatta Fransız basını bu zirveyi bir tür Afrikalı eski dostların Fransa devletbaşkanına veda ziyareti gibi takdim etti. Afrika medyasında ise zirve dolayısıyla Fransa’nın kıta üzerindeki art niyetleri ön plana çekilmeye çalışıldı. Özellikle Fransa’da yapılacak devletbaşkanlığı seçimlerinin iki güçlü adayı olan Nicolas Sarkozy ve Segueline Royal’ın Afrika’ya bakışları da şimdiden basında yer almaya başladı.


Sağın güçlü adayı Nicolas Sarkozy’nin 14 Mayıs 2006 tarihinde Mali Cumhuriyeti’nin başkenti Bamako’da İçişleri Bakanı sıfatıyla Fransa’nın ekonomik olarak Afrika’ya artık ihtiyaç duymadığı yönünde sarfettiği sözü bütün basın organlarında eleştiri konusu oldu. Hatta Fransa’nın Afrika ile olan gerçek ticaret hacminin %5’lik oranını vermeyip bunu yerine %2 seviyesinde gösterme gayreti de önemli bir çelişki meydana getirdi. Çünkü Fransa’nın toplam ithalatının 18 milyar avro tutarındaki % 4,65’lik kısmı ile toplam ihracatının 20 milyar avro tutarındaki % 5,7’lik kısmı Afrika ve Hint Okyanusu ülkeleriyle gerçekleştirilmektedir. Avrupa ülkeleri içerisinde Afrika ülkelerinin en fazla ticaret hacmi olan ülke yine Fransa olup birinci sırada yer almaktadır. 2004 yılı verilerine göre Avrupa ülkelerinden Afrika’ya yapılan toplam ihracatın % 26’sı, ithalatın ise % 17’si sadece Fransa tarafından yapılmıştı. Kısacası Angola, Nijerya ve Kongo’nun petrolü, Mali’nin altını, Cezayir’in doğalgazı, Nijer’in uranyumu, Gabon’un ormanı, Fildişi Sahili ve Gana’nın kakaosu, Mali ve Burkina Faso’nun pamuğu, Raunda ve Uganda’nın kahvesi, Kenya’nın çayı, Madagaskar ve Komor adalarının vanilyası ile Moritanya’nın balığı olmazsa idi güçlü bir Fransız ekonomisinden bahsedilebilir miydi? Afrika ülkelerinden aldığı her çeşit mala karşılık onların teknik otomobil sektörü başta olmak üzere bunlar için gerekli ekipmanı, elektrik ve elektronik aletlerini, eczacılık ve sağlık malzemelerini, askeri ihtiyaçlarını yaptığı ihracatıyla karşılıyor.

24 Fransa-Afrika zirve öncesi yapılan önemli açıklamalardan birisi de Fransa’nın bundan böyle Afrika’nın jandarması olmadığını ve kendilerinin Afrikalılar’ın yerine karar vermeyeceklerini bildirmeleridir. Kısacası “Fransa Afrikası bitti/Francafrique, c’est temriné” sloganı bu zirveye damgasını vurdu.

Hükümetdışı Gönüllü Kuruluşlar (NGO) adına Greenpeace, Attac ve Action Catholique gibi kuruluşlar Fransa’nın yaptığı son zirveye karşı çıktılar. Çünkü mevcut Afrikalı liderlerin pek çoğunun siyasî geçmişlerinin iyi olmadığını, bu zirveye davet edilmelerinin onların mevcut uygulamalarını tasvip manasına geldiğini ve iktidarlarında daha uzun süre kalmalarına vesile olmaktan başka bir sonucu getirmediğini ileri sürdüler.

İlki 1973 yılında dönemin Fransa devletbaşkanı Georges Pompidou’nun başkanlığında 10 Afrikalı devlet adamının katılımıyla Paris’te gerçekleşen toplantıdan itibaren bugüne kadar toplam 23 zirve gerçekleştirildi. 1981 yılına kadar yapılan buluşmalara “Fransız-Afrikalılar Zirveleri / Sommets Franco-africains” adı verilirken François Mitterand devletbaşkanı olmasıyla bu buluşmanın adını “Fransa ve Afrika Devletadamları Konferansları / Conférences des Chefs d’Etat de France et d’Afrique” olarak değiştirdi. 1985 yılında Fransızca konuşan ülkeler zirvesi de yapılmaya başladığı için Fransa-Afrika zirvesinin her yıl yapılması yerine iki yılda bir düzenlenmesine karar verildi. 2007 yılına kadar yapılan zirvelerin tamamı Fransa’da gerçekleştirilmedi, mesela 1974’teki ikinci zirve Ortaafrika Cumhuriyeti’nin başkenti Bangui’de yapılırken daha sonraki zirvelerden on kadarı Fas’ın Kazablanka şehri hariç Afrika ülkelerinin sadece başkentlerinde yapıldı: Dakar (1977), Kigali (1979), Kinşasa (1982), Bujumbura (1984), Lome (1986), Kazablanka (1988), Libreville (1992), Vagadugu (1996), Kahire (2000) ve Bamako (2002). Ancak çoğunlukla Fransa-Afrika zirveleri için Paris tercih edilse de (1976, 1978, 1981, 1985, 1998 ve 2003 zirveleri), Fransa’nın Nice (1980), Vittel (1983), Antibes (1987), La Baule (1990), Biarritz (1994) ve Cannes (2007) gibi diğer şehirlerinde de yapıldığı oldu. Bugüne kadar yapılan zirveler içinde en fazla katılım 2003’te Paris’te yapılan zirvede oldu ve gelen 52 devlet temsilcisinden 42’si devletbaşkanı veya başbakan idi. 2005’teki Bamako zirvesine her ne kadar 51 devlet temsilcisi katıldıysa da bunların sadece 21’i devletbaşkanı veya başbakan seviyesindeydi.

Fransız sömürgeciliğinin kısmen devam ettiği ilk Fransa-Afrika zirvesinde “işbirliği reformu” konusu ele alınırken takip eden zirvelerde kuzey-güney diyaloğu, kalkınma ve enerji krizi, uluslararası ekonomik meseleler ve Fransa-Afrika işbirliği, Çad, Namibya, Darfur gibi iç karışıklıklar meselesi, borç, ırk ayrımcılığı, gençlik ve güvenlik gibi birbirinden farklı konuları ele alındı. Son zirvenin konusu ise Afrika ve Dünya Dengesi/L’Afrique et l’équilibre du monde” olarak belirlendi. 24. ncü zirve öncesi Paris’te “Afrika-Gelecek/Afrique-Avenir” konulu bir forum yapıldı. Forumun açılışında yaptığı konuşmasında Jacques Chirac “dünya Afrika’ya muhtaç, Afrika da dünyaya muhtaç” ve “insanlığın geleceği Afrika kıtasında oynanıyor” dedi. Ayrıca Afrika’nın geleceğinden emin olunmadıkça gerçek manada bir küreselleşmeden bahsedilemeyeceğini bildirdi. Çünkü onun ifadesine göre artık bu kıta eskisi gibi değil, bundan böyle “değişen, hareket eden ve kazanan bir Afrika” ile muhatap olunulmaktaydı.

Son Afrika zirvesi için Fransa bağımsız 53 Afrika ülkesinin tamamını davet etti. Ancak bunlardan bazıları zirveye devletbaşkanı veya başbakan seviyesinde katılmadı. Afrika Birliği dönem başkanı Gana devletbakanı John Kufuor, Libya lideri Muammer Kaddafi, devletbaşkanlığı seçimlerini zor da olsa savaşa dönüştürmeden atlatmayı başaran Kongo Demokratik Cumhuriyeti devletbaşkanı Joseph Kabila, Güney Afrika Cumhuriyeti devletbaşkanı Thabo Mbeki, Zimbabve devletbaşkanı Robert Mugabe, devletbaşkanlığı seçimleri için kampanya yürüten Senegal devletbaşkanı Abdoullaye Wade, Fransa ile diplomatik ilişkilerini koparan Ruanda devletbaşkanı Paul Kagame, henüz iç karışıklığı atlatamayan Fildişi devletbaşkanı Laurent Gbagbo ve henüz iç karışıklığın içinde zorlanan Gine devletbaşkanı Lansane Conté bu zirveye iştirak etmedi. Böylece 53 ülke devletbaşkanı veya hükümet başkanından sadece 39’u bu zirvede hazır bulunurken 14’ü gelmedi. Böylece Çin 2006 yılı Kasım ayında 41’i devletbaşkanı veya başbakan olmak üzere 48 ülke temsilcisini Pekin’de ağırlayarak Fransa’dan daha etkili bir konumda olduğunu gösterdi. Fransa’daki son zirveye katılanlar içerisinde 1967 yılından itibaren görevde bulunan Gabon devletbaşkanı Ömer Bongo Ondimba gibi 40 senedir devlet adamlığı vasfına sahip kimseler de vardı.

Fransa bu zirvede üç yuvarlak masa toplantısı düzenleyerek bunlarda “Afrika ve hammaddeler”, “uluslararası ilişkilerinde Afrika”, “Afrika ve bilgi toplumu” konulu üç oturum yapılmasını sağladı. Yine Jacques Chirac yaptığı son zirveye Avrupa Birliği’nin ve G8’in dönem başkanı olan Angela Merkel ile Avrupa Kalkınma Komiseri Louis Michel’i de davet etti. Bu davetler özellikle 2007 sonunda Portekiz’de düzenlenecek Avrupa Birliği-Afrika Zirvesi için de bir ön hazırlık mahiyetini de taşıyordu.

Sudan’da devam eden Darfur meselesi 1 Şubat 2007’de toplanan 8. nci Afrika Birliği Zirvesi’nde olduğu gibi 24. ncü Fransa-Afrika zirvesinin de en önemli gündem maddelerinden birisiydi. Zirveye katılan ve bu meselenin tarafları konumundaki Sudan, Çad ve Ortaafrika devletbaşkanları bir araya gelerek birbirlerinin iç meselelerine müdahale etmeme konusunda anlaştılar.

Afrikalılar’ın Fransız devlet adamlarına dinmeyen tepkileri

Eski sömürgeci devletlerin Afrika ülkelerine bu kadar yakın ilgisinin temelinde yatan asıl sebebin yeni sömürgecilikten başka bir amaç olmadığı tezi yaygın bir kanaattir. Zira bu zirvelerin yapıldığı günlerde Afrikalı devlet adamları Fransız siyasetçileri ile muhatap oldukları ekonomi ve finans çevrelerinin önde gelen yetkililerine içinde bulundukları sıkıntıları ifade etme imkânı buluyorlar. Sonuçta karşılıklı anlaşmalar neticesinde hangi ülkeye ne kadar destek verileceği kararlaştırılıyor. Böylece ülkelerin Fransa’ya bağlılığı her geçen gün daha da artıyor ve Fransız nüfuzu kıta üzerinde tesirini uzun vadede garanti altına almış oluyor. Aslında Afrikalılar’ın tabiriyle bu işbirliğinin yegane kazanan tarafı daima Fransa olmaya devam ediyor. Haliyle de Fransa devamlı kazanırken Afrika’da durmadan kaybeden taraf oluyor. 1973 yılında başlayan zirvelerle birlikte Fransa’nın bu kıtadan her geçen sene daha fazla yararlandığı açık bir şekilde görüldü. Çünkü kıta bütün zenginleriyle yetişmiş elemanı olmadığı için dış destekli yatırımcılar tarafından işletilmeyi beklemektedir. Fransa kıtanın zengin maden yatakları üzerinde kurduğu imtiyazlı ortaklığını devam ettirebilmek için devletlerin başına kimin geçeceğine karışmakta, hatta kendisiyle işbirliği yapacakların darbe yapmalarına yardım etmekte, daha önce kurduğu bağların kopmasına sebep olanları cezalandırmak için ise ülkelerin içinde çıkan isyanları desteklemekte bir beis görmemektedir.

Afrikalılar’ın başta Jacques Chirac olmak üzere Afrika ile ilgilenen Avrupalı devlet adamlarından talepleri Afrikalılara sevgi ifadelerini, öğütlerini dile getirmeden önce onları dinleme zahmetinde bulunmalarıdır. İşsizlik ve açlığın son derece arttığı kıtada insanların Avrupa ülkelerine kaçarak göç etmeye çalıştıklarını bir mesele gibi ortaya koymalarından şikayetçiler. Bu göçü yapabilme uğruna Sahra çölünde ölenlerden veya Akdeniz’de boğulanlardan hiç bahsedilmemesini tam bir iki yüzlülük olarak değerlendirmektedirler. Daha önceki 23 zirvenin sonucunda ciddi bir adım atılmaması 24. ncüsünün aynı şekilde sonuçlanacağını iddia ediyorlar. Hatta son zirve doğrudan Jacques Chirac’ın ismi etrafında değerlendirilmekte ve bu toplantı “Jacques Chirac’ın son tangosu” ve “Chirac’ın son kara ayini” başlıklarıyla Afrika basınında yer aldı.

 

Doç. Dr. Ahmet KAVAS

Milletlerinin anavatanlarını farklı sebeplerle terk ederek kendilerine yeni yurtlar edinmesi tarihte sıkça rastlanan bir olgudur. Geçmişlerinde geniş coğrafyalarda hüküm süren Türkler bu bakımdan yeryüzünde asırlar boyunca en fazla yer değiştiren milletler arasında yer almaktadır.

Asya’nın merkezinden bizzat bu kıtanın doğu, kuzey ve güney istikametlerine yayıldıkları gibi daha ziyade batıya doğru, yani Avrupa ve Afrika istikametlerine doğru yöneldiklerini görüyoruz. Sevindirici olan bütün bu yayılma sürecine rağmen bir millet olma özelliğini kazandıkları anavatanlarını tamamen terk etmemeleri ve buraları kendi yurtları olarak korumaya devam etmeleridir. Gittikleri yeni coğrafyaların toplumlarıyla kurdukları dostlukların bir eseri olarak hem kendi kimliklerini korumaları, hem de kendilerine ev sahipliği yapan toplumların bütün değerlerini koruyarak yaşamalarına imkan vermeleri küçümsenemeyecek bir özelliktir.

Afrika kıtası oldukça erken sayılacak bir dönemde, yani 9. yüzyılda Asya’dan gelen Türkler’in yerleştikleri önemli bir kıta oldu. Asırlar boyunca da devam eden bu süreç ancak 20. yüzyıl başında kesintiye uğradı. Tolunoğulları, İhşitler, Eyyûbiler, Memlûkler ve Osmanlılar adıyla Suriye, Mısır ve Anadolu üçgeninde kurulan Türk Devletleri Afrika kıtasıyla daima aynı kaderi paylaşmaya başladılar. Osmanlılar’a kadar Mısır merkezli kurulan devletler Afrika’nın kuzey ve doğu sahilleri ile iç kısımları arasında önemli irtibatlar kurdular. Bir taraftan kendi maddî ve insana dayalı güçlerini kıtanın zenginliğinden sağlarlarken, diğer taraftan sahip oldukları her türlü idarî, askerî ve ilmî birikimlerini kıtanın diğer bölgelerindeki mahalli idarecilerle paylaştılar. Bunun en güzel örneklerinden birisi Mali Sultanı Mense Musa’nın 1324 yılında Hicaz’a yaptığı meşhur Hac yolculuğu esnasında Memlûk Sultanı ile buluşması ve ondan başta askerî konular olmak üzere pek çok istekte bulunmasıdır. Yine bu Türk devletleri idareleri altındaki Mısır ve çevresinde Haçlılar tarafından yapılan seferler karşısında bölgenin istikrarı için önemli katkıda bulundular. Fakat her şeyden önemlisi, aslen Asyalı olmalarına rağmen Avrupa ve Afrika toplumları arasında daima bir köprü olmaları, yani gerekli iletişimi sağlamalarındaki maharetleridir.

Dünya tarihinde iz bırakan en önemli devletlerden birisi olan Osmanlı Devleti’ne gelince üç kıtada aynı anda hüküm süren bu gücün Afrika kıtasıyla irtibatı sadece emperyal bir devletin tavrı olarak izah edilemez. Çünkü tarih boyunca Fenike, Roma, Bizans, hatta Osmanlı’nın çağdaşı konumundaki Avrupa’nın sömürgeci devletleri Afrika kıtasında ya kendi aralarında birbirlerini yok edici güç mücadelesine girişmişler, ya da kıta yerlisi mahalli idareleri kendi coğrafyalarında tamamen etkisiz hale getirmişlerdi. Bununla yetinmeyip asırlar boyunca milyonlarca insanı köleleştirip kıta dışında ve iklimine alışık olmadıkları coğrafyalarda ve de insan onuruna yakışmayan bir şekilde yaşamaya, daha doğrusu bütün değerleriyle yok olmaya zorlamışlardı.

İşte böylesine bir sürecin devam ettiği, özellikle de sömürgeciliğin kıtalararası bir güç haline gelmeye başladığı 16. yüzyıl başında Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasıyla büyük bir yakınlaşma içine girdiğini görüyoruz. Bütün Akdeniz’in güney sahillerinin emniyet ve güvenliğini sağlamak amacıyla Mısır’dan başlamak üzere Cezayir, Libya ve Tunus’ta eyaletler kurarak özellikle İspanya’nın bu bölgede Endülüs’te uyguladığı sömürgeci siyasetin devamını engelledi. 19. yüzyılın başına kadar bu dört eyalet Avrupa devletlerinin bölgedeki en güçlü rakipleri arasında yer aldılar.

Bu arada Ümit Burnu’nu dolaşarak Kızıldeniz bölgesinde etkinlik sağlayan Portekiz donanması karşısında Osmanlı donanması büyük bir mücadele örneği göstererek Aden Körfezi dahil Afrika’nın Doğu Sahilleri’nde ciddi bir varlık sergiledi. Bununla yetinmeyip bugünkü Sudan devleti sahilindeki Sevakin adası merkezli Habeş eyaleti adıyla  yeni bir idarî yapılanma oluşturdu. Zaman içerisinde bu eyaleti Arap Yarımadası, Afrika kıtası ve Yemen arasında son derece önemli stratejik bir konuma sahip oldu. 17 ve 19. yüzyıllarda Uman Sultanlığı’nın Hint Okyanusu’nun Batı Sahillerinde, Fas Sa’dî ve Alevî hanedanlarının ise Afrika kıtasının kuzeybatı ucundaki güçlü varlıkları bu kıtanın Avrupa’dan gelecek büyük tehlikelere karşı korumaya yetti. Kıtayı sömürgeleştirme arzusundaki devletler ise Gine Körfezi’nden Ümit Burnu çevresine kadar uzanan batı ve güneybatı Afrika sahilleriyle yetinmek zorunda kaldılar. Yine bu dönemde Sahraaltı Afrika’da Osmanlı Devleti, Batı Afrika’da Fas Sultanlığı ve Doğu Afrika’nın iç kesimlerinde ise Uman Sultanlığı’nın bir kolu olan Zengibar Sultanlığı nüfuz sahibi oldular. Ayrıca bu üç devlet aralarında kurdukları yakın dostluk kadar 17-19. yüzyıllar arasında kıtanın mahalli sultanlıklarına da büyük destek verdiler.

Osmanlı Devleti’nin bugünkü Etiyopya’daki Harar Sultanlığı’na, Sudan’daki Func ve Darfur Sultanlıklarına, Çad’daki Vaday Sultanlığına, Nijer’deki Kavar Sultanlığı’na, Nijerya’daki Kano ve Sokoto Sultanlıklarına, Nijerya-Nijer-Orta Afrika ve Çad ortak sınır bölgelerinde etkili olan Bornu-Kânim Sultanlı’ğına ve Mali’deki Songay Sultanlığı’na yaptığı her türlü askerî, idarî, ticarî, ilmî ve dinî konulardaki yardımlar bugün hem arşiv belgelerinde, hem de bu dönemlerle ilgili tarih kitaplarında ifade edilmektedir. Kendi hinterlandı konumundaki sınır komşuları olan bu mahalli idareler dışındaki toplumlarla da Osmanlı Devleti’nin yakın münasebetler kurduğu bilinmektedir. Bunun en güzel örnekleri ise Hint Okyanusu adalarından Moritus, Madagaskar ve Komor Adaları toplumlarıyla olan yakın alakası ve aralarında tesis edilen karşılıklı ilişkilerdir.

Afrika kıtasında Osmanlı Devleti’nin belki de en büyük etkisi bu kıtanın parçalanmadan bir bütün olarak 19. yüzyılın sonuna kadar varlığını sürdürmesidir. Kısacası Afrika toplumları sahip oldukları millî, dinî, içtimaî ve kültürel bütün değerlerini genelde korudular. Türklerin bu kıtadaki bin yıllık varlığından Afrika yerlileri sadece etkilendiler ama kesinlikle bir asimilasyona uğramadılar. Kıta yerlisi olup da Osmanlılarla aynı dili konuşan herhangi bir Afrika toplumunun bulunmaması bunun en güzel işaretidir. Hatta Osmanlı sivil ve askerî görevlilerinin mahalli hanımlarla evliliğinden doğan ve “Kuloğlu” denen melez nesil bile bugün yaşadıkları Kuzey Afrika ülkelerinde Türkçe konuşamamaktadırlar. Çünkü ataları gibi asimile etmek yerine asimile olmayı tercih etmişlerdir.

Avrupa sömürgeciliğinin Afrika kıtasını kendi aralarında parçalama safhasının tamamlandığı 20. yüzyılın başında Osmanlı Devleti’nin elinde kalan son topraklarından İstanbul ve Anadolu büyük tehlike altına girdi. Böylesine hassas bir dönemde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Afrika toplumları için bir ümit kaynağı oldu. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu yeni devlete sevinen Afrikalı kardeşlerimiz en kısa zamanda benzer mücadelelere girişerek 1950’li yıllardan itibaren bağımsızlıklarını elde etmeye başladılar.

20. yüzyılda büyük bir kesinti ve durgunluk geçiren Türkiye-Afrika ilişkileri 1990’lı yılların başında Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte yeni bir sürece girdi. Bir taraftan Doğu, Batı ve Bağlantısızlar eksenindeki oluşumlarda yerlerini almaya başlayan bağımsız Afrika ülkeleri diğer taraftan 25 Mayıs 1963 tarihinde Afrika Birliği Teşkilatı’nı kurup üyesi oldular. Kurdukları bu güçlü bütünleşme/entegrasyon hareketinin kıtanın diğer kıtalardaki ülkelerle ve onların kurdukları bütünleşme hareketleriyle yakınlaşması için 2000’li yıllarda yeni bir atılım gerçekleşti. Bu amaçla 2002 yılında teşkilatın adı Afrika Birliği’ne dönüştü ve Avrupa Birliği’ni örnek alan bu uluslararası kuruluşun en güçlü dostları arasında Türkiye Cumhuriyeti de yerini aldı. Dünyanın sayılı ülkeleri arasında yer alan ülkemiz derhal 2005 yılını Afrika’ya Açılım Yılı ilan etti, aynı yıl içinde TASAM’ın organize ettiği Uluslararası Birinci Türk-Afrika Kongresi’ni bizzat Afrika Birliği Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Alpha Oumar KONARE şereflendirdiler. Ülkemizi ziyaretleri oldukça verimli geçti. Özellikle Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet SEZER ile resmî bir görüşme gerçekleştirdiler. Kuruluşundan bugüne kadar ilk defa olmak üzere Afrika Birliği Komisyonu Başkanı’nın bu Türkiye ziyareti Afrika Birliği ile ülkemiz arasında ciddi bir başlangıç oldu. Bu sebeple Sayın Ekselansları KONARE de Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayip ERDOĞAN’ı 8. Afrika Birliği Zirvesine davet ettiler ve 29 Ocak 2007 tarihinde Addis Abeba’da toplanan Afrika devletbaşkanlarına hitap etmesini sağladılar ve ayrıca çok sayıda devlet adamıyla karşılıklı görüşmelerde bulunmasına imkan verdiler.       

Türkiye ile Afrika ülkeleri arasında giderek artacak olan uluslararası ilişkilere dayalı olarak eğimde, bilimde, teknolojide, sosyal ve kültürel konularda, spor faaliyetlerinde, müteahhitlik, sanayi ve ticaret alanlarında karşılıklı işbirliği ve kalkınma imkanları aranacaktır. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de Türkiye’nin çevresinde önemli bir güç olmasında Afrika ülkeleri son derece önemlidir. Aynı şekilde Türkiye de Afrika ülkelerinin pek çok alanda ilerlemesi ve kalkınması için öncü rolü oynayacak bir ülke konumundadır.
TASAM Afrika Enstitüsü Direktörü Doç. Dr. Ahmet Kavas’ın 6 Haziran 2007 - Dünya Ticaret Merkezi - "Afrika Günü Paneli"ndeki konuşması.

TASAM Africa Institute will fill a great gap in its field and light the way for Africa's future with its researches on social, economic, political and cultural issues. (Chairman of TASAM Süleyman ŞENSOY)