Doç. Dr. Ahmet KAVAS

Dünya basını Afrika’daki ekonomik gelişmelerle ilgili olarak genelde ABD, Çin, Japonya, Güney Kore, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Brezilya gibi devletlerin kıta ülkeleriyle karşılıklı münasebetlerinden bahsetmektedir. Son birkaç yıl içerisinde Türkiye de bu kıta ülkeleriyle ticaret hacmini büyük oranda artırınca derhal uluslararası medya kuruluşlarının dikkatini çekti. Türkiye’nin ticaret hacminde seneden seneye sağlanan büyük artışlarla 53 bağımsız ülkenin bulunduğu kıtada bazı ülkelerle olan ticaret hacmindeki sıralama da değişebilmektedir.

2006 yılında elde edilen verilere göre Türkiye’nin Afrika’daki en büyük ortağı olarak Cezayir’i görüyoruz. Osmanlı Devleti’nden ayrılışının neredeyse ikinci asrının tamamlandığı bir dönemde yaşanan bu gelişme ekonomi dünyasının bütün dikkatleri bir anda üzerine çevirmesine sebep oldu. Çünkü gelinen seviye hem Türkiye, hem de Cezayir açısından uzun yıllardır özlenmekteydi. Çok değil daha 1992 yılında iki ülke arasında müşterek iş konseyinin kurulduğu 1992 yılındaki ticaret hacmi 120 milyon dolar seviyesindeydi. Her iki ülkenin yaşadığı iç meseleler ve özellikle Türkiye’nin uzun yıllardır birinci derecede ortak kabul ettiği Avrupa ülkelerinden yönünü biraz Ortadoğu, Türk Cumhuriyetleri ve son olarak Afrika’ya çevirmesiyle yeni bir boyut kazandı. Sadece Cezayir ile ticaret hacmi 2,8 milyar dolara ulaştı. Türkiye’de kimsenin on sene önce tahayyül dahi edemediği bir rakamdı.

1980’li yılların başında henüz başbakan iken Turgut ÖZAL’ın Cezayir’e yaptığı ziyaret iki kardeş ülke arasındaki hasreti bitirmişti. İki ülke arasındaki tarihi, dini ve kültürel bağların yanında daha da önemlisi Türk soylu milyonlarca insanın yaşadığı bu ülke bizim için artık çok yakın olmuştu. Ne var ki Turgut ÖZAL’ın açtığı bu kapı öyle bir kapatıldı ki tam 20 sene yine “rafa kaldırma” diye tabir edebileceğimiz eski dönemi hatırlatan bir uzaklaşmayı beraberinde getirdi. Devlet adamlarımız dünyanın pek çok ülkesine defaatle gitmelerine rağmen Cezayir’i yine unutmuşlardı. Fakat Turgut ÖZAL’ın açtığı kapıyı aralayan iki ülkenin iş adamları büyük bir fedakarlıkla ticari ilişkilerimizi özellikle Cezayir’in 1990’lı yıllarda yaşadığı bunalımlı döneme rağmen açık tutmayı başardılar.

Tam 21 yıl aradan sonra Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip ERDOĞAN 22-23 Mayıs 2006 tarihlerinde Cezayir’e resmi bir ziyarette bulundu. Devletbaşkanı Abdülaziz BUTEFLİKA kendisini kabul ettiği gibi Cezayir Başbakanı ile karşılıklı görüşme imkanı buldu. Böylece Türkiye-Cezayir arasındaki ilişkiler inanılmaz bir şekilde yeniden parlamaya başladı. İki gün süren bu ziyaret özellikle Cezayir basınında büyük yankı buldu. İki devlet arasında bakanlar seviyesinde yapılan yeni ziyaretler birbirini izledi. Bütün bu buluşmalar iki ülke arasındaki ekonomik verilere müspet manada yansıdı. Türk Başbakanı daha bu ziyareti sırasında Cezayir’in Türkiye’nin bütün Afrika’da en büyük ortağı olduğunu ısrarla belirtti. Ayrıca çok sayıda iş adamının da katıldığı bu gezide Cezayir’de yaklaşık bir milyonu bulan lojman inşaatı, otoyol ve baraj ihalelerinin Türk işadamalarını buraya çekeceği de net olarak anlaşıldı.

Bu ziyaretin en önemli tarafı 23 Mayıs 2006 tarihinde iki ülke arasında Dostluk ve İşbirliği Anlaşması’nın başkent Cezayir’deki Muradiye Sarayı’nda imzalanmasıdır. Bu anlaşma çerçevesinde iki ülke arasında siyasi, ekonomik ve kültürel manada işbirliğinin geliştirilerek en üst seviyeye çıkarılması isteniyordu. Her yıl iki ülke başbakanları seviyesinde ve ilgili bakanlıklar arasında üst seviyede Ankara ve başkent Cezayir’de görüşmelerin sağlanması da bu anlaşma ile belirlendi.

Cezayir ile gerçekleşen ticaret hacminin 2,8 milyar seviyesine ulaşması Türkiye için bir Afrika ülkesinde ulaşılabilecek güzel bir konumdu. Gerçi 2005 yılında da bu oran 2,5 milyar seviyesinde tahmin edilmişti, ki bu rakam da 2004’teki verilerin %25 arttığını gösteriyordu. Türkiye bu kardeş ülkeye bir milyar dolarlık ihracat yaparken, karşılığında büyük bir çoğunluğu doğalgaz alımı olmak üzere 1,8 milyar dolarlık ithalat yapmıştı. Türk iş adamları Cezayir’de daha ziyade kamu ihaleleri, köprü, yol ve su kanalı gibi inşaat sektörü yanında tekstil, elektrikli ev aletleri gibi ticaret malları satarak bir milyar dolarlık ticaret hacmini yakaladı. Böylece son beş yılda Türk iş adamlarının yatırımları bu ülkede 600 milyon doları buldu. Önümüzdeki 10 yıl içerisinde bu hacmin 5 ile 10 milyar dolar arasında bir seviyeye çıkması bekleniyor.

Bugüne kadar Afrika ülkeleri içerisinde Türkiye’nin en büyük ortağı Mısır idi. Ancak bir diğer kardeşimiz olan bu ülke ile ticaretimiz 2006 yılı itibarıyla Cezayir’in gerisinde kaldı. Üçüncü sırada daha çok elmas sektöründe iş yapılan Güney Afrika Cumhuriyeti bulunurken dördüncü sırayı uzun yıllar Türkiye’nin Afrika kıtasında en büyük iş ortağı sıfatını taşıyan Libya almaktadır. Son yıllarda Türk iş adamlarının yaptıkları yatırımların bu bölgedeki yansıması bir ilk olduğu için çok önemsenmektedir. Yoksa aynı iş çevrelerimiz Romanya’da 10 milyara yakın yatırım yaparken, bu oran Rusya’da yıllar önce 15 milyar sınırını geçmişti. Aslında 2.381.741 km2 yüzölçümü ve 35 milyona yakın nüfusuyla Cezayir’de gerçekleşmesi mümkün olan iş hacminin çok daha yüksek olabiliceği anlaşılıyor.

İki ülke arasındaki ticaret hacminin ulaştığı bu seviye iki ülke arasındaki tarihi bağların da yeniden canlanmasına vesile oldu. Her şeyden önce Osmanlı Devleti bu eyaletinden 1830 yılından itibaren peyderpey çekilmeye başladı ve 1850’li yıllardan itibaren de irtibatını büyük oranda kopardı. Zaten Fransa Osmanlı’nın Cezayir’de bıraktığı Türk soyluların bir kısmını derhal gemilere bindirdi ve başta Anadolu olmak üzere diğer Osmanlı topraklarına gönderdi. 19. yüzyılın son döneminde ise on binlerce Cezayirli Fransa’ya tabi olmak istemedikleri için Suriye bölgesine göç etmek zorunda kaldı. Büyük direniş gösteren Cezayir halkı tam 130 sene Fransa’ya her ne pahasına olursa olsun boyun eğmemekte direndi ve sonunda 1962 yılında bağımsızlığını elde etti. Fransızlar onların Osmanlı Devleti ile tarihi bağlarını koparmak için yeni sömürgelerinde büyük kıyımlar yaptılar. Yaklaşık 3,5 asır boyunca inşa edilen tarihi eserleri kısa sürede yıkarak bunlardan elde ettiği malzemelerle yeni binalar inşa ettiler. Herşeye rağmen bugün Cezayir’de Osmanlı dönemini hatırlatan eserler iklim şartlarının tahrip edici tesiri ve sömürgecilerin yıkıcı zihniyetleri dahil ayakta durmaktadırlar. İşte iki ülke arasında son yıllarda sağlanan ekonomik gelişmeler bu eserlerin restorasyonu için de bir umut ışığı oldu. Devlet adamlarımız kadar iş adamlarımızda ecdat yadigarı tarihi eserlerin içler acısı durumu karşısında kayıtsız kalmayarak elde ettikleri imkanların bir kısmıyla onları tamir etmektedirler. Bunun en güzel örneklerinden birisi Sudan’ın başkenti Hartum’u kuran ve burada valilik yaparken vefat eden Osmanlı devlet adamlarının medfun bulunduğu çift kubbeli türbenin 2006 yılı sonu itibarıyla buradaki bir iş adamımız tarafından aslına uygun onarılarak ziyarete açılmasıdır.

Maalesef Türk iş adamları Kuzey Afrika’da bir başka kardeş ülke olan Tunus’ta aynı başarıyı elde edemediler. Bu ülkenin Avrupa Birliği’ne odaklanmış bir tavır takınması üzerine daha önce burada da yatırım yapmaya başlayan iş adamlarımız başka ülkelere geçmeyi tercih ettiler. Bilhassa bu ülkenin hemen yanındaki Cezayir’de büyük iş imkanları vardı ve 2005 yılında %5 kalkınma hızına ulaşan bu ülke 2008 sonuna kadar kalkınma hızını %7-8 oranına çıkarmanın planlarını da yapmıştı. İşsizlik oranı 1999 yılında %30 seviyesindeyken son yıllarda yaşanan ekonomik kalkınmaya paralel olarak bu oran da 2005 yılı sonu itibarıyla %14’e, 2006 ise %12 seviyesine kadar düştü. Son yıllarda petrol fiyatlarındaki artışlar ister istemez Cezayir ekonomisine de yansıdı ve ülke bu imkanı kalkınma için vesile saydı. Yine 2005 yılında 8,5 milyar dolarlık bir seviyede yabancı yatırıma Cezayir’de iş yapma imkânı verildi. Daha da önemlisi yakın gelecekte toplam 80 milyar doları bulan güney bölgeleri ve dağlık kesimlerle ilgili üç kalkınma planını devreye sokacak olan Cezayir yabancı yatırımcıların yakından takip ettiği bir ülke oldu. Ayrıca toplam 900 şirket özelleştirme kapsamına alındı ki bu da çok sayıda yabancı yatırımcıyı Afrika’nın coğrafi olarak bu ikinci büyük ülkesine çekecektir.

Türkiye’nin Cezayir ile ekonomik anlamdaki kalkınma hızı sosyo-kültürel alanlar kadar askeri işbirliğine de yansıdı. Artık Cezayir ordusu subaylarının tercih ettikleri ülkelerin başında Türkiye gelmekte olup 2003 yılı Aralık ayında Türk Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi ÖZKÖK askeri temaslarda bulunmak ve meslektaşıyla görüşmelerde bulunmak üzere Cezayir’e gitti. İki ülke arasında ilk defa bu kadar üst seviyede bir askeri ziyaret gerçekleşiyordu. Çünkü Cezayir 1962 yılında bağımsızlığını almışsa da Türkiye tarafından bu ülkeye üst seviyede bir askeri yetkili herhangi bir gezi düzenlenmemişti.

TASAM Afrika Ens. Direktör Y. Ufuk Tepebaş

Etnik yapıları oldukça farklılık gösteren Sahra altı Afrika ülkeleri genel olarak Büyük Sahra Çölü’nün güneyindeki ülkeler olarak adlandırılmaktadırlar. Soğuk Savaş dönemindeki uluslararası sistemin etkisiyle her iki blokun yakın gözetiminde olan bölge ülkeleri, benimsemiş oldukları ideolojileri doğrultularında ekonomik ve askeri yardımlarla desteklenmişlerdir. Ancak buna karşın her iki blok, kontrolünde bulundurduğu ülkeleri ve rejimleri korumak amacıyla bölgeye asker sevk ederken, bölgedeki istikrarsızlık artış göstermiştir.


Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Sahra altı Afrika ülkelerine yapılan ekonomik yardımlarda önemli oranlarda azalmalar görülmüştür. Bunun yanında demokrasi arayışlarının güçlendiği çok sayıda bölge ülkesinde en az iki siyasi partinin katıldığı parlamento seçimleri gerçekleştirilmiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak, güç kullanılarak gerçekleştirilen iktidar değişikliklerinin sayısında gözle görülür bir azalma olmuştur.
Demokratikleşme yolunda görülen olumlu gelişmelere rağmen, Sahra altı Afrika ülkelerinin önünde kat edilmesi gereken bir hayli mesafe bulunmaktadır. Ancak söz konusu gelişmelerin de umut verici olduğu bir gerçektir. Buna karşın, siyasi ve ekonomik sorunlar, ülkedeki sosyal sorunlardaki artışı beraberinde getirmektedir.


1990’lı yılların sonlarından itibaren kıtaya yönelik ilginin yeniden arttığını gözlemlemek mümkündür. Böylece üretilen çeşitli hammaddeler, bazı bölge ülkelerinde bulunan zengin petrol ve maden yatakları, Sahra altı Afrika’nın stratejik öneminin artmasını sağlamaktadır. Bunun doğal bir neticesi olarak Sahra altı Afrika, başta son dönemdeki atılımı göz önünde bulundurulduğunda Çin Halk Cumhuriyeti olmak üzere ABD, AB, Rusya, Japonya ve Hindistan gibi birçok ülkenin ilgi alanı haline gelmiştir.


Çin Halk Cumhuriyeti’nin 2000 yılında başlattığı ve sonuncusu Kasım 2006 yılında Pekin’de gerçekleştirilen “Çin H. C.- Afrika Forumu” her üç yılda bir tekrarlanmaktadır. Çin H. C. ile Afrika arasında istikrarlı olarak yüksek artışlar gösteren ve günümüzde yıllık 40 milyar doların üzerinde olan karşılıklı ticaret hacminin 2010 yılına kadar 100 milyar dolara çıkartılması amaçlanmaktadır. Afrika Forumları ve son dönemde yaşanan gelişmeler, Çin H. C.’nin kıtaya verdiği önemi açıkça ortaya koymaktadır.


AB ise Portekiz’in dönem başkanlığında ve ev sahipliğinde önümüzdeki Aralık ayında 2. Avrupa Birliği- Afrika Zirvesi’ni gerçekleştirmeyi planlamaktadır. İlk Zirve’nin 2000 yılında icra edildiği göz önünde bulundurulduğunda, Afrika’nın yeniden AB nezdinde önem kazanmaya başladığı görülmektedir. ABD ve Rusya’nın da Afrika konusundaki gelişmeleri yakından izledikleri görülmektedir. Ancak önemli bir hususu da gözden kaçırmamak gerekir ki; Afrika’nın dünya ticaretindeki payını %1 oranında arttırması durumunda, kıtanın elde edeceği kazancın, kıtaya yıllık olarak yapılan hibelerin yaklaşık yedi katı tutarında olacağı tahmin edilmektedir. Söz konusu durum, Afrika’nın kalkınma yardımlarından ziyade, dünya ticaretindeki payını arttırabilmesinin önemini daha net olarak ortaya koymaktadır.


Tüm dünyanın geleceği, ekonomik istikrarı ve büyümesi açısından önem arz eden Afrika’nın Türkiye açısından da önemi gün geçtikçe artmakta, kıtayla karşılıklı siyasal ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi gerekmektedir.


Tarihsel açıdan karşılıklı ilişkiler göz önünde bulundurulduğunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun sömürgeci bir gelene sahip olmaması ve Afrika kıtasındaki ülkelerin bağımsızlık süreçlerine vermiş olduğu destek nedeniyle bu çerçeveden bakıldığında, söz konusu bölge ülkelerinin, Türkiye’ye yönelik yaklaşımlarının da olumlu yönde olmasını beraberinde getirmiştir. Ayrıca Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması, Müslüman Afrikalıların, Türkiye’ye sempati duymasına, aynı zamanda laik devlet yapısından ötürü de Afrikalı Hıristiyanların olumlu duygular beslemesine neden olmaktadır.


1998 yılında T. C. Dışişleri Bakanlığı’nın önde gelen Büyükelçilerinin sunmuş oldukları “Afrika’ya Açılım Planı” ve ardından 2005 yılının “Afrika Yılı” ilan edilmesi, Türkiye’nin yakın dönemde izlemiş olduğu çok taraflı politikaların önemli bir göstergesi olarak kabul edilebilir.


Yine bu dönemde T.C. Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı, 2003 yılında “Afrika ile Ticari ve Ekonomik İlişkilerin Arttırılmasına Yönelik Strateji’yi uygulamaya koymuştur. Söz konusu strateji çerçevesinde bölgedeki yoksulluğun önlenmesine katkıda bulunulması, sürdürülebilir kalkınmanın yakalanması amaçlanmaktadır. Bu çabaların bir sonucu olarak Türkiye ile Afrika arasındaki ticaret hacminin geçtiğimiz yıl 10 milyar dolara ulaştığı görülmektedir. Sahra altı Afrika ülkeleriyle ticaretteki artış oranının ise kıtanın geneliyle kıyaslandığında daha yüksek olduğu dikkat çekmektedir.


Ayrıca TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı), gıda yardımları, teknik kalkınma projeleri ve bölgedeki temsilcilikleriyle Afrika’da önemli bir görev üstlenmektedir. Bu girişimlerin ve çabaların sonucunda Türkiye, 12 Nisan 2005 tarihinde Afrika Birliği’nde gözlemci ülke statüsü kazanmıştır.


Son dönemdeki bu olumlu hava, orta ve uzun vadede karşılıklı ilişkilerin gelişimi açısından umut vermektedir.

Emre YILDIRIM

Avrupa Birliği’nin (AB) dönem başkanlığını yürüten Portekiz’in Lizbon kentinde 8–9 Aralık 2007 tarihlerinde gerçekleştirilen 2. AB-Afrika Birliği Zirvesi sona erdi. Zirvede 27 Avrupa ve 53 Afrika ülkesinin ilişkilerinde eşitlikçi ve yeni bir sayfanın açılmasını sağlaması beklenen bir stratejinin benimsendiği bildirildi. Zirvenin ardından her iki tarafın liderleri özellikle serbest ticaret ve demokrasi çerçevesinde; güvenlik, kalkınma, ticaret ve iyi yönetim gibi konularda işbirliği yapabilmek için birlikte çalışma konusunda uzlaşmaya vararak “Stratejik Ortaklık Belgesi” adı altındaki belgeye imza attılar. Bu stratejiye göre, 2010’a kadar barış ve güvenlik, demokratik yönetim ve insan hakları, ticaret ve bölgesel bütünleşme, binyıl kalkınma hedefleri, enerji, küresel ısınma, göç, yer değiştirme ve iş, bilim, bilgi toplumu ve uzay olmak üzere 8 başlıkta öncelikli ortaklılığın hayata geçirilmesi öngörüldü.

Zirvenin ve imzalanan ‘‘Stratejik Ortaklık Belgesi’’nin önemi, 53 Afrika ülkesinin tamamını temsil eden Afrika Birliği açısından yapılabilecek değerlendirmelerin yanında ve aynı zamanda AB açısından da önemli bir nokta da olduğunun altının çizilmesi açısından gereklidir. Özellikle ekonomik açılıma ve serbest ticarete yapılan vurgu AB’nin, Afrika konusunda Çin’in önünü kesmek, en azından dengeyi sağlayabilmek için gerekli gördüğü adımları atmak konusundaki ciddiyetini gözler önüne sermektedir. Nitekim zirve de başından beri AB’nin Afrika’da Çin’in giderek artan etkisini azaltma girişimi olarak görülmekteydi.

Afrika ülkelerinin ticaret hacimleri açısından ilişkiler düzeyinde bakıldığında ilk sırayı AB almakta olmakla birlikte Çin’in Afrika açılımı ve Afrika ile çok hızlı bir ivmeyle giderek büyüyen ticaret potansiyeli AB’nin gözünü korkutmuşa benziyor. AB üyelerine, Afrika’yla ticarette avantaj sağlayan anlaşmalar, 2008 yılı başında dolacak ve Afrika’nın en büyük ticari ortağı konumundaki Avrupa’nın tahtını, Çin’in Afrika’daki yatırımlarının artırması sarsmaya başladı. Avrupa ülkeleri, Lizbon’daki zirvede "ekonomik ortaklık antlaşmaları" imzalayarak, Çin tehdidine karşı Afrika’daki avantajlarını sürdürmek istiyordu fakat Afrika ülkelerinin büyük çoğunluğu, AB’nin gündeme getirdiği düzenlemelere sıcak bakmadı. Buna rağmen açıklanan strateji belgesi, aralarında ticaret ve insan haklarının da bulunduğu 8 başlıkta öncelikli ortaklığın hayata geçirilmesini öngörmeyi içerdi.

Halen Afrika ile yıllık 150 milyar avro civarında bir ticaret hacmine sahip olan AB’nin ardından yıllık hacmini 50 milyar avro seviyelerine çıkartan tek başına Çin gelmektedir. AB’nin her türlü ilişkide pürüz çıkarttığı ve yokuşa sürüklediği Afrika ülkelerini Çin, herhangi bir sınırlamaya maruz bırakmadan, oldukları gibi kabul ederek işlerini kolaylaştırıyor. Bu bağlamda AB’nin Afrika’ya ilgisinin artmış gibi gözükmesi de Çin’in bu kıtaya yönelik politikasının sonucu olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Pekin, bu dev kıtanın yeraltı zenginliklerini hedefleyerek, ucuz krediler dağıtmakta ve ne insan hakları ne de yolsuzluktan söz etmektedir. Avrupa’nın endişesi ise hammadde kaynaklarının elinden alınması meselesi olarak ve sürüm ve satış pazarı olmanın ötesinde Afrika’nın Çin ile rekabet edebilecek bir hammadde ve enerji kaynağı olarak görülmesidir. Brüksel’in düzenlediği zirvenin AB açısından itici gücü bu sebepler olarak yorumlanmaktadır.

Diğer yandan Afrika ülkelerinin Avrupa ülkeleri ile tarihten gelen husumetleri de ticaretin yönünün çok rahatlıkla başka alternatiflere kayabileceğini gösteriyor. Zirvenin önemli tartışma konularından birini  unutulması mümkün olamayacak olan husumetler ve bu husumetlerin yol açtığı isteksizliğin aşılması gibi konular oluşturmaktaydı. Zira devletlerin özelikle ticaret ilişkileri de böyle bir ortamın olumlu ya da olumsuz sonuçlarına bağlı olarak gelişme/gelişememe göstermektedir. Afrika da Avrupa’ya alternatif ticaret potansiyellerinin farkında olarak ve bu konuda AB’yi zorlayarak hareket edecektir.          

TASAM Afrika Ens. Direktör Y. Ufuk Tepebaş

Uluslararası politikadaki etkinliğini güç geçtikçe daha yakından hissettiren Afrika, ekonomik ve siyasi açıdan önde gelen aktörlerle bu alanlardaki ilişkilerini hızla geliştirmektedir. Afrika’nın sahip olduğu potansiyelin farkında olan ve bölgedeki gelişmeleri dikkatle takip eden dış güçler, geçmişe oranla kıta ülkeleriyle daha kapsamlı ve üst düzey ilişkilere sahip olmaya yönelik politikalar izlerlerken, artık ilişkilerini siyasal ortaklık çerçevesinde tanımlamaktan çekinmemektedirler.


Günümüzde Afrika’nın en önemli ekonomik partneri olan AB, yatırım ve kalkınma yardımları konularında kıtadaki etkinliğini arttırmaktadır. Şüphesiz AB’nin bu etkinliğini sürdürebilmesi, ikili ilişkilerin siyasal ve kültürel açıdan da güçlendirilmesini zorunlu kılmaktadır.


Portekiz’in başkenti Lizbon’da 7–9 Aralık tarihlerinde gerçekleştirilen Avrupa Birliği- Afrika Birliği Zirvesi, 2000 yılındaki Kahire Zirvesi’nin ardından Hükümet ve Devlet Başkanları düzeyindeki 2. Zirve olma özelliğini taşımaktadır. Tıpkı 2000 yılındaki ilk Zirve’de olduğu gibi yine Portekiz’in dönem başkanlığında, bu kez yeni AB üyelerinin de katılımıyla yedi yıl aradan sonra bir araya gelen taraflar, benzer sorunları masaya yatırırlarken, Zirve’ye 27 AB üyesi ülkenin temsilcileri, Avrupa Komisyonu, AB Konseyi Sekretaryası, Afrika Birliği üyesi 52 ülke, Fas Krallığı, Afrika Komisyonu ve BM Sekretaryasının yanı sıra gözlemci sıfatıyla Türkiye’nin de aralarında yer aldığı Hırvatistan ve Makedonya gibi AB’ye aday ülkelerle her iki kıtanın dışında yer alan Kanada, Japonya, Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi Afrika kıtasıyla yakın ilişkileri bulunan ülkeler katılırken, ABD’nin Zirve’de yer almaması dikkat çekti. Toplantıya Türkiye’yi temsilen katılan ve bazı AB ülkelerinin liderleriyle Türkiye’nin birliğe tam üyeliği ve Afrikalı liderle de 2008 yazında icra edilmesi planlanan Türkiye- Afrika Zirvesi’ne ilişkin bir dizi ikili temaslarda bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a Dışişleri Bakanı Ali Babacan eşlik etti.


Dikkat çeken hususlarından birisi de tıpkı ilkinde olduğu gibi Zirve’nin yine Portekiz’in dönem başkanlığına rastlamasıdır. Tarihte Afrika’daki sömürgeci devletlerden biri olarak bilinen Portekiz, günümüzde Afrika kıtasıyla sahip olduğu yakın ilişkileri birlik gündemine bir kez daha taşımak suretiyle Afrika ülkeleri nezdindeki önemini ve etkisini şüphesiz daha da arttırmıştır. Portekiz’in AB dönem başkanlığını Almanya’dan devraldığı 1 Temmuz 2007 tarihinde belirlediği hedeflerden birisi de AB’nin dünyadaki rolünün güçlendirilmesi olurken, bu hedeflerin başında da Afrika gelmektedir. AB’nin Kalkınma ve İnsani Yardımlardan Sorumlu Komisyon Üyesi Louis Michel ikili ilişkileri zorunlu ortaklık olarak değerlendirmiştir.


Portekiz’in yanı sıra Zirve’de Afrika cephesinden öne çıkan devlet ilk Zirve’ye ev sahipliği yapan Mısır olmuştur. Ayrıca Mısır, Lizbon Zirvesi’nin hemen öncesinde 5 Aralık tarihinde Sharm El- Sheikh’deki Afrika- AB Bakanlar Toplantısı’na da ev sahipliği yaptı. Zirve sonunda yayınlanan bildiride de Mısır’ın ve Devlet Başkanı Mübarek’in ikili ilişkiler konusunda son derece aktif ve yapıcı bir rol oynadığı belirtildi.


7 Aralık Cuma akşamı verilen resepsiyonun ardından 8 Aralık’taki açılış oturumunda toplam 80 ülkenin liderlerinin yanı sıraikiörgütün Komisyon Başkanları ve BM Genel Sekreteri birer konuşma yaparken, basına kapalı olarak gerçekleştirilen üç oturumun ardından sonuç konuşmaları, belgelerin onaylanması, kapanış oturumu ve ortak basın toplantısıyla Zirve sona erdi. Zirve’nin ana temalarını yönetim ve insan hakları, barış ve güvenlik, göç, enerji ve iklim değişikliği, ticaret, altyapı ve kalkınma konuları oluşturdu.


Kahire Zirvesi’nden Lizbon Zirvesi’ne uzanan yedi yıllık sürece bakıldığında her iki örgütte de önemli gelişmeler yaşandı. 2000 yılındaki Zirve’de 15 üye ülkenin bulunduğu AB, 2004 ve bu yılın başındaki genişlemelerle birlikte 27 üyeli bir örgüte dönüşürken, 1963 yılında kurulan Afrika Birliği Örgütü, 2002 yılından itibaren “Afrika Birleşmelidir” sloganıyla Afrika Birliği’ne dönüşmüş, 2001 yılında ise örgütün ekonomik politikalarına yön veren NEPAD (Afrika’nın Kalkınması için Yeni Ortaklık) oluşturulmuştur. 2005 yılında ise AB kendi Afrika Stratejisini benimsemiştir. Bu stratejiyle AB üyeleri arasında ortak bir çerçeve oluşturulması amaçlanmakta ve aynı zamanda Afrika’nın kalkınmasının AB’nin siyasal önceliklerinden biri olduğu kabul edilmektedir.


Lizbon Zirvesi aslında bir bakıma başta Çin Halk Cumhuriyeti olmak üzere Afrika kıtasına ilgi duyan diğer dış güçlerin artan etkilerine karşı AB’nin kıtadaki etkisini bundan sonra daha fazla hissettireceğine dair bir mesaj niteliği de taşımaktadır.


Zirve; İngiltere, Fransa ve Almanya gibi önde gelen AB üyesi ülkelerin birliğin çatısı altında ortak bir Afrika politikası geliştirmeye yönelik çabaları açısından da büyük önem arz etmektedir.


Kahire’den Lizbon’a süregelen süreçte yaşanan gelişmeler ve 2005 yılında AB’nin benimsemiş olduğu Afrika Stratejisi, ilişkilerin gelişimi bakımından önem arz ederken, günümüzde artık siyasal ortaklığa yönelik bir stratejiye ağırlık verildiği gözlenmektedir.


AB’nin Afrika Stratejisi üç temel ilkeye dayanmaktadır:

— İyi yönetimin, hukukun üstünlüğünün, barış ve güvenliğin kalıcı olarak tesis edilmesi,
— Bölgesel entegrasyon, ticaret ve karşılıklı bağımlılık, ekonomik büyümenin teşvik edilmesi için gerekli olan faktörlerdir.
Afrika’nın Milenyum Kalkınma Hedeflerine ulaşması, sağlık, eğitim ve gıda güvenliği gibi temel hayat standartlarına ilişkin sorunlarına daha fazla destek verilmesi.


Her iki Zirve’nin de başta ele alınan konular olmak üzere oldukça fazla sayıda ortak noktası bulunmaktadır. 3–4 Nisan 2000’de düzenlenen Kahire Zirvesi’nin sonunda Kahire Deklarasyonu ve Kahire Eylem Planı imzalanmıştır.


Kahire Eylem Planı, genel olarak Afrika ülkelerinin çok taraflı sorunlarının çözümüne yönelik öneriler sunarken, bu hususları şu şekilde sıralamak mümkündür:

— Bölgesel ekonomik işbirliği ve entegrasyon,
Afrika’nın dünya ekonomisine entegrasyonu,
— Özel sektörün gelişimi ve yatırımların arttırılması,
— Altyapı sorunlarının çözümü ve endüstrinin gelişimi,
Kalkınma çabalarına ve teknolojik gelişmelere yönelik araştırmalara ağırlık verilmesi,
— Kıta ülkelerinin artmakta olan yüksek miktarlardaki dış borçlarının azaltılması,
İnsan hakları ve demokrasi konularında gelişim,
— Göç ve mülteci sorunlarının önlenmesi,
— Yabancı düşmanlığının engellenmesi,
— Kıtada barışın tesisi ve çatışmaların önlenmesi,
— Sürdürülebilir kalkınmanın tesisi ve yoksulluğun azaltılması,
— İnsan kaynaklarına yatırım yapılması, eğitim, sağlık, gıda güvenliği, çevresel ve kültürel sorunların önlenmesi.


Kahire Zirvesi, AB ile Afrika arasında daha yapısal bir siyasal diyalog kurulması açısından önemli bir girişim olmuştur. Söz konusu Zirve’nin ardından her iki tarafın yönetici memurları ve bakanları düzenli toplantılar vesilesiyle bir araya gelmeye başlamışlardır. 2001’de NEPAD’ın oluşumunun da bu sürece olumlu yansımaları olmuştur.


Lizbon Zirvesi’nde günümüzde Afrika ve Avrupa başta olmak üzere dünyayı etkileyen köklü değişimler göz önünde bulundurulurken, uzun vadede siyasal ortaklık, ciddi küresel sorunlar üzerinde ortak bir çalışma için gerekli araçların tedarik edilmesi, yeni AB- Afrika ortaklığının düzenlenmesi için Ortak Strateji ve 1. Eylem Planı başlıklı iki belge onaylanmıştır.


AB ile Afrika arasındaki stratejik ortaklığın gerçekleştirilmesi için Afrika- AB Troykası arasında 31 Ekim 2007’de Akra’da onaylanan 1. Eylem Planı (2008–2010) ise stratejik öncelikler bakımından şu hususları içermektedir:

— barış ve güvenliğin teşvik edilmesi,
— demokratik yönetim ve insan hakları konusunda gerekli değerlere ve ilkelere sahip çıkılması,
— ticaret ve bölgesel entegrasyon konularında potansiyelin arttırılması ve bunun için gerekli imkanların kullanılması,
— Milenyum Kalkınma Hedeflerine yönelik olarak Afrika’nın kalkınmasının hızlandırılması.

Ortak AB- Afrika Stratejisi, Avrupalı ve Afrikalı insanların yararı için taraflar arasında stratejik bir ortaklığa yönelik olarak uzun vadeli bir vizyon sağlamayı amaçlamaktadır. 2008- 2010 dönemini içeren 1. Eylem Planı, önümüzdeki üç yıl içinde öncelikli gereksinimlerin giderilmesi amacına yönelik olacaktır.


1. Eylem Planı kapsamındaki ortaklıklar ve öncelikli eylemler ise şu şekilde sıralanmaktadır:

Barış ve güvenlik alanında ortaklık: Taraflar arasında diyaloğun arttırılması, Afrika’da barış ve güvenliğin tesis edilmesi ve bu sürecin desteklenmesi amacıyla fonların oluşturulması.
Demokratik yönetim ve insan hakları konusunda ortaklık: Global düzeyde diyaloğun arttırılması, kıtadaki demokrasinin desteklenmesi ve kültürel ürünler alanında işbirliğinin güçlendirilmesi.
Ticarete ve bölgesel entegrasyona yönelik ortaklık: Afrika’daki entegrasyon gündeminin desteklenmesi, kurallar, standartlar ve kalite kontrol konusunda Afrika’nın kapasitesinin arttırılması ve AB- Afrika altyapı ortaklığının uygulanması.
Milenyum Kalkınma Hedeflerine ulaşılması hususunda ortaklık: Bu hedeflerin başarılması için Afrika’ya gerekli finansal desteğin verilmesi, söz konusu hedeflerin içerisinde yer alan sağlık, eğitim ve gıda güvenliğinin sağlanması.
Enerji alanında ortaklık: Enerji güvenliğinin sağlanması ve enerji girişi konusunda işbirliğinin yoğunlaştırılması.
İklim değişikliği konusunda ortaklık: İklim değişikliği politikaları ve buna yönelik işbirliği konusunda ortak bir gündemin tesis edilmesi.
Göç, mobilite ve istihdam konularında ortaklık: Göç ve kalkınmada Tripoli Konferansı Deklarasyonu’nun uygulamaya konulması, insan ticareti konusunda AB- Afrika Eylem Planı’nın hayata geçirilmesi, Afrika’da istihdamın arttırılması ve yoksulluğun azaltılması (bu konuda Ouagadouga Deklarasyonu ve Eylem Planı da dikkate alınmaktadır.)
Bilim ve bilgi toplumu konusunda ortaklık: Afrika’da bir bilgi toplumunun gelişimine destek verilmesi, kapasite gelişimi, Afrika’nın bilim ve teknoloji konsolide planının desteklenmesi.


Yukarıda sıralanan eylemlerin gerçekleştirilmesi için bu konularda ayrı ayrı taraflara düşen sorumluluklar ve ortak sorumluluklar sıralanmaktadır.


2005 yılının Ekim ayında Avrupa Komisyonu tarafından kabul edilen ve iki ay sonra da onaylanan stratejik bir ortaklığın oluşturulması amacına dayanan AB’nin Afrika Stratejisi; birlik üyeleri arasında Afrika’ya yönelik ortak bir çerçeve oluşturulmasını amaçlamıştır. AB söz konusu stratejiyle birlikte Afrika’nın kalkınmasını kendi siyasal önceliklerinden biri olarak kabul etmekteydi.


AB’nin Afrika Stratejisi, üç temel hususa dayanmaktadır. Bunlardan ilki, iyi yönetim, hukukun üstünlüğü ile barış ve güvenliktir. İkincisi, bölgesel entegrasyon ve ekonomik büyümenin teşvik edilmesi, üçüncüsü ise Afrika’nın Milenyum Kalkınma Hedefleri’ne ulaşması için sağlık, eğitim ve gıda güvenliği gibi konularda bölge ülkelerine daha fazla destek verilmesi.


2005 yılında AB’nin benimsediği Afrika Stratejisi, ikili ilişkiler konusunda ilk önemli basamak olurken, bu yılın Haziran ayında ise AB- Afrika Stratejik Ortaklığı kabul edilmiştir. Son dönemde AB ile Afrika arasında siyasal düzeyde işbirliğinin güçlendirilmesi için çalışılmaktadır.


Zirve’nin sonunda yayınlanan Lizbon Deklarasyonu, Zirve’nin AB ve Afrika’yı bir araya getirerek taraflara eşsiz bir fırsat sunduğuna, Avrupa entegrasyonunun 50. yıldönümünün kutlandığı bu yılın, aynı zamanda Afrika’nın da bağımsızlığının başlangıcının 50. yıldönümü olduğuna atıfta bulunurken, AB ile Afrika’yı buluşturan Lizbon Zirvesi’nin her iki kıtanın çözümlenmesi gereken ortak güncel sorunlarına yönelik önemli bir fırsat olduğu vurgulandı.


Geçmişten alınan derslerin ve edinilen tecrübelerin farkında olunduğuna ve ortak bir gelecek için cesur bir yaklaşıma ihtiyaç duyulduğuna yer verildi. 2000 yılında Kahire’de düzenlenen toplantıdan bu yana çok değişiklikler olduğuna, Afrika’da Afrika Birliği’nin kuruluşuna tanık olunduğuna, bu birliğin, Afrika’nın sorunlarına hitaben kıtanın genel olarak sesini yansıttığına, yine birliğin ekonomik aracı olan NEPAD’ın bu çerçevedeki rolünün oldukça önemli olduğuna vurgu yapıldı. Buna karşın, Avrupa’da da AB’ye yeni katılımların olduğuna dikkat çekilirken, küresel alanda enerji, iklim değişikliği, göç ve cinsiyetle günümüzün kilit siyasal sorunlarının çözümü konusunda birlikte çalışılacağı kaydedildi.


Geleceğe yönelik yeni bir siyasal stratejik ortaklığın geliştirilmesinin önemi vurgulanırken, ortak değerlerin ve hedeflerin tesis edilmesinin güvenliğe, istikrara, demokrasiye, hukuk kurallarına ve kalkınmaya olumlu olarak yansıyacağı belirtildi.


Her iki toplumun yükümlülükleri temelinde ve eşit şartlarda bu ortaklığın geliştirileceğine, bu doğrultuda temel taahhütler konusunda önemli sonuçlar elde edileceğine, bir başka ifadeyle Milenyum Kalkınma Hedefleri’ne ulaşılacağına yer verilirken, Afrika’da güvenliğin ve kalıcı bir barışın tesisinin, yatırımların güçlendirilmesinin, bölgesel entegrasyon ve yakın ekonomik bağlar aracılığıyla büyümenin, refahın, iyi yönetimin ve insan haklarının teşvikinin, açık ve çok taraflı bir yapı çerçevesinde küresel yönetim için fırsatların yaratılmasına vesile olacağı vurgulandı.


Zirve’de ortak bir strateji ve Eylem Planı’nın kabul edildiği, bu nedenle belirlenen hedeflere ulaşılması ve 2010 yılında icra edilecek 3. Zirve’de bunların sonuçlarının görünmesi amacıyla kapsamlı ve etkin bir iş takibi mekanizmasının oluşturulduğu belirtildi.


Deklarasyonun son bölümünde Lizbon Zirvesi’nin her iki kıtadaki değişime, kıtaların diyaloguna, yeni politikalar için açılıma ve ortak bir geleceğe vesile olacağı kaydedildi.


Lizbon’daki Zirve’yle eş zamanlı olarak AB- Afrika İş Zirvesi ve Afrika- Avrupa Gençlik Zirvesi gerçekleştirilirken, her iki kıtadan iş adamları ve gençler bir araya gelmek suretiyle mevcut sorunları tartışarak bunlara yönelik çözüm yollarını masaya yatırmışlardır.


Lizbon Zirvesi özellikle Darfur’da ve Zimbabwe’de yaşanan sorunların gündeme alınmaması nedeniyle uluslararası kamuoyunun eleştirilerinden nasibini alırken, AB üyesi ülkelerin liderleri, Zimbabwe yönetimine ağır eleştirilerde bulunmuş, buna karşın Afrika ülkeleri, Zimbabwe rejimini savunmuş ve Zirve’ye katılımını desteklemişlerdir. Ayrıca Zirve’de öne çıkan temel anlaşmazlık konuları da ticarete ve insan haklarına yönelik olmuştur.


3. AB- Afrika Zirvesi, 2010 yılında Afrika’da düzenlenecek ve söz konusu Zirve’de 1. Eylem Planı’nın sonuçları da gözden geçirilecektir. Bu durum, AB’nin artık Afrika konusunda daha aktif politikalar izleyerek, son dönemde kıtadaki etkinliklerini arttıran bölge dışı diğer güçlerle daha yoğun bir rekabete gireceğini göstermektedir.

TASAM Africa Institute will fill a great gap in its field and light the way for Africa's future with its researches on social, economic, political and cultural issues. (Chairman of TASAM Süleyman ŞENSOY)